TURUNCU

Burçin ablaya…ve küllerine.

I

Sevgilim,

Bugün çiçekleri sulamadım, senin geleceğine dair hiçbir emare yoktu. Ne yerde, ne de gökte. Oysa ben beklemekten bıkmam biliyorsun, beni iyi tanıyorsun. Onca sene, omuz omuza. Sen de adın gibi biliyorsun ki inandığım şeylerden asla vazgeçmem. Sana inanıyorum.

II

Sevgilim,

Bugün doğum günün. Yatak odasında bıraktığın pijamaların olduğu gibi duruyor, dönünce giyersin diye katlamadım bile. Selcan, kokuyor artık, kaldır abla dedi, dinlemedim. Ona ne? İkimizin arasına kimsenin girmesine izin vermem ben.

III

Sevgilim,

Bugün kapıcı geldi, çaldı durdu kapıyı, açmadım. Özlem hanım içeridesiniz, biliyorum, lütfen açın dedi. Yine ne isteyecek kim bilir, belki para ister. Daha önce istemedi. Şimdi ister. Sen olsan hayır diyemezdin, sen zaten hiçbir şeye hayır diyemezsin ki. Seneler önce bir sözümle beni Roma’ya götürdün. Hayır demedin bana, deseydin küsecektim zaten. Kapı çalıyor hâlâ, açmayacağım.

IV

Sevgilim,

Aylar sonra dışarı çıktım bugün. Habersiz. Saklanarak, koşarak. Kapıcı görmesin beni. Selcan görmesin. Kimse görmesin. Sadece sen gör. Nihayet çıktın aşkım, seni bekliyordum de bana. Kocaman sarıl. Alnımdan öp, hep yaptığın gibi. Dudaklarının sıcaklığı tenimden vücuduma yayılsın. Sana duyduğum özlem tükensin, bitsin. Yokluğa karışsın.

V

Dışarıdasın nihayet. Arnavut kaldırımdan yürüyorsun küçücük ayaklarınla, farklı ayakkabılar giymişsin. Farkında olmadan. Saçlarını taramamışsın, ev kıyafetlerin üstünde. Hayatta çıkmazdın böyle. Daima üstüne başına özen gösterir, makyaj yapar, uzun uzun hazırlanırdın. Sana acele et bile demezdim, keyifle hazırlanman beni memnun ederdi, gizli gizli seni izlerdim. Bazen küçük bir şarkı mırıldanırdın usul usul, aynaya bakan gözlerin gülümserdi.

Turuncuyu çok severdin, Roma’dan aldığımız elbiseyi ayda bir kuru temizlemeye verir, itinayla saklardın. Sen hep özenle yaşardın zaten. Ailene, arkadaşlarına, bana. Eşyalara. Kedimize. Kedimiz öldüğünde günlerce odandan çıkmadın, yemek yemedin. Adını sayıkladın uykunda, sıçrayarak uyandın. Benim çocuğum olmuyor olabilir, o benim çocuğumdu dedin ağlayarak. Gülümsemeye çabalar, içime dökerdim gözyaşlarımı öyle anlarda. Babam erkekler ağlamaz diye öğretmişti bana da, karına sahip çık, üzme onu, ağlama da önünde demişti.

En çok kahvaltı yapmayı severdin, işe bisikletle giderdin. Ayda bir sigara içmeme söylenirdin. Sen hep mutlu olmamı isterdin; ben çok uzakta, bir okyanusun dibinde mutluyum sevgilim. Ayağımdaki taş ağır değil, tüy gibi. Turuncuya boyadım bağlamadan, güneşin altında uzun uzun ağladım. Turuncuya boyandı sular.

VI

Sevgilim,

Hiç bilmediğim bir yerde seni arıyorum. Bulamıyorum. Tanımadığım insanlara soruyorum seni. Deli midir, nedir diyorlar hep. Ben deli değilim ki, bilmiyorlar. Ben çok özlüyorum seni. Bilmiyorum ne zaman döneceksin, onu da soruyorum herkese. Dönmez diyor Selcan. Dönmez diyor annem. Dönmez abla diyor kapıcı, istersen bekleme. Bekleyeceğim, karışma sen. Para yok sana!

VII

Sevgilim,

Sen hiç ağlamazdın, ben ikimizin yerine çok ağladım ama nedense gittiğinden beri ağlamıyorum. Hatta gülümsüyorum. Selcan yine mi ağlıyorsun abla diyor, ağlamıyorum ki ben. Döneceğini biliyorum, niçin ağlayayım? Sarılıyor bana ama soğuk teni, senin gibi ısıtmıyor beni. Saçlarımı tarıyor, örüyor filan. Oysa ben sadece seni özlüyorum.

VII

Bora usulca soluna dönüp huzurla uyuyan karısına baktı, uzun kirpiklerine, turuncuya çalan çillerine. Bir rengi bu kadar sevmek yasaklanmalıydı diye düşündü, gülümsedi. Elini uzatıp saçlarını okşamak istedi fakat engel oldu kendine. Mutlu değil miyiz dedi kendi kendine, nereden geliyor bu hissettiğim hüzün? Gelinlik, falez, annem… Doğru, hüznüm daim. Sarı saçları dalga dalga gökyüzünde, üzülme oğlum diye bağırıyor… Üzülmedim anne, ağladım ama. Çok ağladım. Özlem de ağlayacak. Ya bilmezse? O zaman ağlamaz, belki de terk etti beni, başkasına gitti diye düşünür, unutur beni. Özlem beni unutur mu diye düşündü Bora, gözlerini kırpıştırdı.

Karısının derin uyuması onu bir parça rahatsız ederdi, bugün minnet duydu. Pijamalarını çıkarıp yere bıraktı, dolaptan iki parça eşya alıp giyindi. Evden çıkmadan son kez Özlem’e baktı. “Sevgilim…” diye mırıldandı.

Dışarısı sessizdi, uzaktan bir iki köpek havlıyordu yalnızca. Başını göğe çevirdi Bora, baktı. Solgun bir turunculuk göz kırpıyordu ona, gülümsedi. Gözlerinden iki damla yaş aktı. “Üzülmedim anne,” dedi usulca, yürüdü.

TUTKU YA DA BİR GÜN DOĞUMU

Russell’a…

Ali Teoman için.

Aklımda sadece eller var, başka bir şeye odaklanamıyorum. Dün uyuyamadım, bugünü öyle çok hayal etmiştim ki, gelip çattığında sanki yapamayacak gibi dizlerim titredi. Yine de, kendimi zorlayarak yataktan çıktım. Düzenime çok düşkün, titiz bir insandım fakat bugün ne yatağımı topladım, ne de odayı. Doğruca mutfağa gidip koyu bir kahve yaptım kendime, katran karası neredeyse. Cin gibi uyanık hissetmeme rağmen zihnimin tam ortasında bir sis bulutu kümelenmiş, düşüncelerimi perdeliyordu. “Yapabilirim, bu benim hayatta en çok istediğim şey,” dedim boşluğa ya da halıya. Kahve boğazımı yaktı, aldırmadım. Akşamın neler getireceğini biliyordum, planımın üzerinden birçok kez geçmiştim. Beyaz, uzun parmaklar; narin dokunuşlar…

Özenle giyinip evden çıktım. Çıkmadan evvel de şöyle bir göz attım küçücük evime, her şey bana epey yabancı geldi. Bugün bambaşka biriydim, istediğimi elde etmek için olması gerektiği gibi. Kapıyı adetim olduğu üzere üç kere kilitlemedim, çekip çıktım. Yerin metrelerce altından merdivenleri tırmanarak gün ışığına kavuştum, gözlerim kamaştı. Hava adeta bu özel günü kutluyor, her şeyin yolunda gideceğini söylüyordu. Ağır adımlarla yürüdüm sokakta, uçları toz tutmuş ayakkabıma baka baka. Birkaç sokak aşağıda, daima sessiz sakin olan kafede cam kenarına oturup mide gurultularıma rağmen sade filtre kahve istedim. Yemek yersem kusacağımı çok iyi biliyordum. Senelerce görünmez bir biçimde yaşamaya alıştığım için bir günde görünür olmak, farklılaşmak bana tuhaf geliyordu. İlk kez cesaret edip başımı kaldırıp baktım. Açık seçik görüyordum karşı tarafını sokağın. Kapalı kapının tam karşısında, ayna önünde orta yaşlı bir adam oturuyordu. Hemen arkasında da o. Ellerine bakmamak için müthiş bir çaba sarf etmem gerekti, bol gelen siyah kazağına diktim gözlerimi. Ahenk içinde hareket ediyor, işini yapıyordu. Ayda bir benim de o sandalyede oturup ona kendimi bıraktığımı düşündüm, içimi bir kıskançlık dalgası kapladı. Benim yerimde başka biri vardı, o güzel eller, bir başkasının saçlarında dolanıyordu. Öylesine sinirlenmiştim ki kıpkırmızı kesildiğimi hissettim.

“Beyefendi, iyi misiniz?” dedi elindeki tepside sipariş ettiğim kahveyi getiren garson. Cevap vermek yerine ayaklarına bakıp başımı salladım. Kahveyi bırakıp şüphe içinde uzaklaştı. Yeniden düşüncelerime daldım, adım adım yapacaklarımı düşündüm. Motivasyonumu kaybetmemeli, gün sonuna değin zinde kalmalıydım. Kahvenin parasını ödeyip çıktım, karşıya bakmadan sola döndüm. Sokakları arşınlayarak vakit geçirmeye karar verdim.

Cıvıl cıvıl parkları, sokak aralarında dedikodu yapan kadınları, top oynayan çocukları geçtim. Beni görmüyorlardı, ben de sessizce süzülüyordum aralarından. Varım diye bağırmak, dikkatlerini çekmek istiyordum. Şu köşede, beyaz-sarı kareli futbol topunu sağ koltuğu altında tutup kahkahalar atan çocuğa ‘aptal’ diye bağırmak istiyordum; senin başını okşayan anne-baban, sokaklarda akşama kadar koşturup oynadığın arkadaşların var diye benden üstün olduğunu zannetme diye avaz avaz haykırmak. Bunun yerine karşı kaldırıma geçip görmezden geldim onu. Bu akşam ben de sevilecektim nasılsa. Hayattan tüm hıncımı almaya adadığım bir gün, babamın ölüm yıldönümü! Özenle seçilmiş. Tüm gün inşaatlarda çalışmaktan nasır tutmuş ellerinin bedenimde gezdiği zamanların ya da annemin bir vakitler yumuşacık olan yanaklarında patlayan tokatların hesabını sormak için pek ideal bir gün. Ya gökyüzünden ya da cehennemin dibinden, bir yerden görecekti babam nasılsa. Belki de pişman olacaktı yaptığına, keşke hayatta olsam da senden af dilesem oğlum diyecekti. Affetmezdim ki, onu ne olsa affetmezdim.

Nihayet akşam oluyor, hava karardı. Kalbim küt küt atarken başladığım noktaya geri döndüm. Bir yerde okumuştum, tüm hikayeler başladığı yerde bitermiş, benim hikayeme ne olacağını kestiremesem de, bir değişiklik olacağına kesin gözüyle bakıyordum. Her gün olduğu gibi tek başına kalmıştı, elindeki fırçayla yerleri süpürdü. Televizyonu kapattı, dışarıdaki sandalyeleri, çamaşır askısını içeri aldı, çıktı, kapıyı kilitledi, anahtarı cebine koydu. Yürümeye başladı, ben de gizlendiğim yerden çıkıp takip ettim ihtiyatlı bir mesafeden. Nereye sapacağını, nereden gideceğini, ne yapacağını ve hatta ne düşüneceğini bile biliyordum, çok uzun bir süredir çalışıyordum dersime. Beyaz, uzun parmaklı eller…bir tutku parçası.

Evimin olduğu sokağa girdi, tenhaydı. Bu izbe sokakta yaşlılar ve benden başka kimse yaşamazdı zaten. Tahammül edemezdi de, yaşam belirtisi yoktu. Evimin içinde yarattığım düzen bile abes kaçıyordu bu sokağa, oraya ait olmadığımı söylüyordu fakat orası babamın ellerinin ruhumu parçaladığı yerdi, hiçbir zaman terk etmeyeceğime yemin etmiştim. Babamın mezarına toprak atarken tükürdüğüm yemindi bu.

Apartmanın girişindeki boşluğa sakladığım kalın, tahta sopayı almak üzere hızlandım, aramızdaki mesafe azaldı. Cesurdu, bu sokaktan geçip evine gidiyordu. Senelerdir başına bir iş gelmemişti de, belki ona güveniyordu fakat hayat her zaman istediğimiz gibi gitmezdi. Biraz dikkatli olmanın faydalı olacağını acı bir biçimde tecrübe edeceği için üzülüyordum ama kararlı olmak bana güç veriyordu. Sıkı sıkı tuttuğum sopayı başının arkasına sertçe vurduğumda tok bir ses geldi, yere yığıldı. Kendi gücüme inanamayarak ellerime baktım, sonra etrafı dinledim. Herhangi bir hareket yoktu, iyiye işaret. Sopayı pantolonumun arkasına sıkıştırıp kollarından – ellerine dokunmanın beni yerle yeksan edeceğini bildiğimden – tuttum, çekerek evimin olduğu apartmana getirdim. Yerin altına indirdim ellerini, tek gördüğüm buydu. Sanki bir bedeni yoktu, başka organı bulunmuyordu; devasa bir eller bütünü.

Nefes nefese kalmama rağmen acele etmedim, apartmanda yaşayan yaşlı ve ayyaşların bile dikkatini çekmek istemiyordum. Hiçbir aksilik olmadan bu noktaya kadar geldiğime göre sonunu görebilirdim. Nihayet annemin istediği gibi sert bir erkek olabilmiştim, gülümsedim.

Eve girer girmez kapıyı kilitledim sıkı sıkı, zinciri taktım. Ayaklarını bağlayıp ağzını bantladım. Salonun ortasına kadar çekip bıraktım, ilk kere o zaman cesaret edip ellerine baktım: hatırladığım gibiydi. Beyaz, uzun parmaklı, narin elleri… Günde onlarca kişinin saçlarına dokunan, alışkanlıkla hareket eden, makas delikleriyle dans eden eller… Hayatımı bir çift el bitirmişti, ruhumu kurtarmak içinse ihtiyacım olan bu ellerdi.

Yere oturup ellerinin parmaklarına tek tek dokundum, uzun uzun okşadım. Ne babamın elleri gibi nasırlı, ne de benimkiler gibi biçimsizdi. Tüm çalışkanlığına rağmen meydan okumuştu hayata. Avucunun ortasında kocaman bir ben vardı, ilk defa fark ediyordum. Uzanıp öptüm. Artık gitme zamanının geldiğini hissettiğimde neredeyse kendine gelmek üzereydi. Her şey önceden hazır olduğundan rahattım, bunca zaman beklediğime değmişti. “Bekle bizi baba, geliyoruz!” diye mırıldanırken beyaz, narin parmakların kımıldadığını gördüm. Kibriti çakıp fırlatırken ömrümde hiç olmadığı kadar huzurla gülümsedim.

ANNEMİN YANI

Iris Galey’e…

Annem yeniden evlendi.

***

Dokuz yaşındayım. Annemin evlenmesine karşı değilim ama bir gün beni anneannemden alıyor, dondurma yemeye götürüyor. Normalde hangisinden istediğimi sorar, ben de vişne ve limon diye cevaplarım, o gün sormuyor. Garsona dönüp, “İki top dondurma alalım, kakao ve vanilya,” diyor. Bir terslik olduğunu anladığım için itiraz etmiyorum, oysa vanilyalı dondurmadan nefret ederim. Annem gerginlik içinde çantasını karıştırıyor, buruş buruş bir mendil çıkarıp burnunu siliyor. Hüzünlü bulduğum kahve gözlerini bana dikiyor.

“Sen artık büyüdün Berke’cim, kocaman abi oldun. Seninle her şeyi konuşabilirim diye düşünüyorum,” diyor gülümsemeye çalışarak. Gözlerimi kırpıştırıyorum. Annem benimle her şeyi konuşmaz ama ben her şeyi görürüm annemde. Annemin annesizliğini, yalnızlığını, hiçbir yere konamamasını görür, üzülürüm. Yine de ona kızmaktan kendimi alamam çünkü ne olursa olsun, akşam anneanneme dönmem gerekiyor. Anneannemin evi yaşlılık kokuyor. Koku beni tedirgin ediyor. Anneannem beni çok seviyor ama ben ona, kokudan rahatsız olduğumu söyleyemiyorum. Anneannem, ben doğmadan ölen dedemin fotoğrafına bakıp ağlar hep. Gözlerinden süzülen yaşlar eşliğinde öne arkaya sallanır, ben kapının ardına gizlenir onu izlerim. Dedemi vurmuşlar, annem bana dememişti ama arkadaşına söylerken duymuştum. Tam da alnından.

“Sana bir haberim var,” diyor annem. Kapının ardından çıkıyorum. Evleneceğini söylüyor. Evlenmenin ne olduğunu biliyorum. Babam yok ama annemle babam da evlenmiş. Bir zamanlar. Babam bizi terk etmeden önce. Babam deyince annem kızar. “Senin baban yok!” der. Öfkeli olur. Sesinin tonu değişir bir anda. Gözleri alevlenir.

“Bir şey söylemeyecek misin?” diye soruyor. Tam o anda dondurmam geliyor. Midem bulanıyor. Yemek istemiyorum. Annem dondurmamı yememi söylüyor, kaşığı elime alıyorum ama yemiyorum. Gözlerimde yaşlar birikmiş. Anneannem gibi ağlayacağım neredeyse. Oysa ben ağlamayı sevmem. Annem hep erkek adamlar ağlamaz der. Ben erkek adam mıyım, değil miyim bilemem. Dokuz yaşında erkek adam olunur mu acaba?

“Tamam,” diyorum sadece. Başka ne diyeceğimi bilemiyorum. Annem bir şey demiyor. Dondurmamı yemiyorum. Annem garsona para veriyor, anneannemin evine dönüyoruz. Annem gidiyor sonra.

***

Annemin düğününe gitmiyorum. Anneannem çatık kaşlarıyla, “Seni hayatta göndermem oğlum, o herife güvenmiyorum,” diyor. O herif, annemin yeni kocası olmalı, ama babam değil. Babam yok da değil, bizi terk etmiş. Annem sadece kızınca öyle der. Babası olmayan çocuk mu olur?

Annem düğünden sonra anneanneme geliyor, yüzü her zamanki gibi hüzünlü. Beni odama gönderip salonun kapısını kapatıyor. Konuşmaya başlıyorlar. Önce fısır fısır, sonra sesli. En son annem bağırıyor annesine:

“OĞLUMA NASIL BAKACAĞIMA ANCAK BEN KARAR VERİRİM! YANIMA ALACAĞIM DEDİYSEM ALIRIM!”

***

Annem beni yanına alıyor. Yanı dediği de yeni kocasının evi. Çok küçük, iki odalı bir ev. Anneannem ben giderken bana sarılıp kokluyor beni. Dedemin fotoğrafına bakıyorum bense. Anneannem yine ağlıyor. Annemin yanı yaşlılık kokmuyor ama annem gibi de kokmuyor. Ben annemin kokusunu pek bilmem, babam bizi terk edince, annem beni doğruca anneanneme bırakmış, bir süre ortadan kaybolmuş. Sonra geri dönmüş, iş bulduğunu, ev tuttuğunu söylemiş. “Berke’yi yanıma alacağım,” demiş ama almamış. Dokuz yaşımda anneannemin evinde olduğuma göre almamıştır sanırım.

Şimdiyse annemin yanındayım ama annemin yanı boş değil. Uzun boylu, bıyıklı, tuhaf bakışlı yeni kocası var. Ondan korkuyorum. Bana sürekli, “Naber lan kerata?” diyor, enseme vuruyor. Yavaş vurduğunu zannediyor ama ensem acıyor. Cevap vermeyince, “Senin bu oğlun bir tuhaf Aysel,” diyor anneme. Tuhaf değilim, senden korkuyorum diyemiyorum. Başımı öne eğiyorum.

Annem de, yeni kocası da çalışıyor. Ben kocaman abi olduğum için evde kalıp onları bekliyorum. Anneanneme bırakmasını söyledim işten dönene kadar, istemedi. “Anneannen çok yaşlı, önce kendine baksın,” dedi. Oysa anneannem bana iyi bakıyordu. Yaşlılık koksa da, enseme vurmuyordu. Başımı okşuyor, “Ah benim talihsiz evladım,” diyordu. Anneannem beni seviyordu. Ama bence anneannem, dedemi özlüyordu.

Bazı akşamlar, annemin yeni kocasının ablası bize geliyor. Ablasının bir de kızı var, benden üç yaş büyük. Adı Gülser. Gülser saçını iki yandan topluyor hep. Elinde bir lastik var, çevirip duruyor. Annemin kocasının ablası beni görünce gözlerini kısıyor, bir tuhaf bakıyor bana. Kocası yokmuş onun, başka bir kadınla yaşıyormuş. Annem söyledi. Büyük abi olduğumdan annem bana her şeyi anlatıyor artık. Kocasına da anlatmak istiyor ama adam, “Boş beleş laflarını dinleyecek değilim Aysel. Sus da televizyon izleyeyim,” diyor, annem de susuyor. Adam yokken benimle konuşuyor ama, çünkü ben onu dinliyorum. Annem konuşurken bana bakmıyor, tırnaklarıyla oynuyor. Sanki kendi kendine konuşuyor. Ben yine de, onu dinliyorum. Annem beni yanına aldığı için mutluyum ama bir yandan da, anneannemi özlüyorum. Ne yapıyor acaba diye düşünüyorum. Dedemin fotoğrafına bakıp ağlıyor mu, kokusu çıksın diye evde limon yakıyor mu diye düşünüyorum.

Bazı akşamlar annemin kocasının ablası ve kızı bizde kalıyor. Gülser benim odamda uyuyor, benim yatağımda yatıyor. Bense yerde yatıyorum. Erkek adam kızlara yer verirmiş, annemin kocası demişti bir defasında. Onlar gecelere kadar oturup televizyon izliyor, içki içiyorlar. Bizim oturmamız da, içmemiz de yasak. Gülser lastiğiyle oynuyor. Arada bir başını çevirip bana bakıyor, “Uyudun mu?” diye soruyor. Gözlerimi kapatıp cevap vermiyorum, uyuyor gibi yapıyorum. O zaman Gülser yataktan çıkıyor, yanıma geliyor. Ben korkuyorum. Gözlerimi çok az açarak bakıyorum, tepemde dikiliyor. Lastiği sol eline geçirip eğiliyor. Elini bacaklarımın arasına koyuyor. Kıkırdıyor. Benim gözlerim doluyor, erkek adam ağlamaz, ağlamak istemiyorum ama Gülser’in elinden utanıyorum. Elinin hareketinden, kıkırdarken sesindeki arsızlıktan korkuyorum. Anneannemin evine dönmek istiyorum o an. Kokuya katlanırım, en azından korkmam. Oraya gelemez Gülser.

***

Onların bizde kaldığı geceler hep aynı rüyayı görüyorum. Anneannemin evindeyiz. Ben yine kapının ardına saklanıyorum. Gülser anneannemin koltuğunda uzanıyor. Annemin kocası kapıdan içeri girip koltuğa yanaşıyor, Gülser’in üzerine eğiliyor. Gülser gözünü açmıyor ama kıkırdıyor. Siyah saçlarını lastikle bağlamış. Ben büzülüyorum lastiği görünce. Annemin kocası, Gülser’in saçlarına dokunuyor. Sonra ağzına, boynuna, gövdesine. Aşağılara inerken adam arsızca gülüyor, Gülser kıkırdıyor. Ben ağlamak istiyorum ama ağlamıyorum. Burada olduğumu bilmemeliler. Annemin kocası, odadan çıkıp kapıyı sertçe kapatınca sıçrayarak uyanıyorum. Kalbim çok hızlı atıyor. Karanlıkta usulca diğer tarafa dönüp bakıyorum, Gülser’i görüyorum. Gözlerini bana dikmiş, lastiği dişlerinin arasında, kıkırdıyor. Anneannemi çok özlüyorum.

AYRILIĞIN SEVGİLİ DÜĞÜNÜ

        

Hayatının bir noktasında değersiz hissettirilen herkese…

Ellerim küçüktü ellerinin içinde. Bilmiyordum ellerimin ziyan olacağını da. Sanki ertesi gün yeni bir mucizeye yol alacağız diye sarılıp uyumuştum gök yüzüne. Oysa sonraki gün alacaktım elveda mesajını. Ne bir konuşma, ne bir göz teması olacaktı. Uzunca bir mesaj SEVGİLİ diye başlayan; ben senin hiç sevgilin olmamışken. Ben seni sevmiştim, sen kendini. Yıllar sonra anladım bazı insanların içinde sevmek yetisinin olmadığını. Sen de onlardan biriydin işte. Bir insanın ilk aşkı olman yasaklanmalıydı, hele ki benim gibi yolun başında, umut dolu biri için. Evinden, odasından hiç çıkmayan biri için senin kibirli dünyan cehennemdi. Evimden çıkmaya başlayınca tanıdım seni. Bir kadim ağacın altında baktım ilk defa gözlerine. Yumuşak, sağlam elini ilk orada sıktım. Kalbimde pır pır bir kelebek kanat çırparken arşınladık birlikte sokakları. Sevimli bir kafede içtiğimi kahve dünyanın en güzel kahvesiydi. Şimdi ben oranın önünden bile geçemiyorum biliyor musun?

         “Gözlerinde yıldızlar parlıyor daima,” cümlen vardı en çok beni kalbimden vuran. Sahi görmüş müydün o yıldızları, yoksa benim yumuşak karnımı mı bulmuştun gizliden? Gerçi şeytan tüyü vardı sende, ağzın iyi iş yapardı. Herkes seni severdi, kalplerini kazanırdın çok kere. Nasıl becerirdin onca Ali Cengiz oyunlarını acaba, yıllar sonra bile düşünüyorum.

         Bir akşam, bana nicelerini yapacağın gibi bağırıp çağırmıştın telefonda. Yetersizsin, zihnin yetmiyor bana diye avaz avaz bağırmıştın. Suçlu sendin, ben neden ağlamıştım? Apar topar evden çıkıp sana niçin koşmuştum? Nefes nefese, ağzım kupkuru sana neden sarılmıştım? O sıra dinlediğin ayrılık şarkısını bir daha dinletmememi rica etmiştin hiçbir şey olmamış gibi. Sigaranın dumanını yüzüme üflemiştin nefret ettiğimi bile bile. Tüm varlığın, tüm varlığıma zıt düşmüşken nasıl olmuştu da geleceğin çok güzel olacağını düşünmüştüm inatla? Nasıl bir gözü kör olmaktı bu? Yirmi yaşın verdiği bir nahiflik miydi, yoksa ben hep bir parça saf mıydım?

         Kuzenim diye tanıttığın kız kardeşlerle kan bağın bile yoktu. Onlarla senin evinde ilk buluşmamızda kendimi beğendirmek için şekilden şekle girerken çok eğlendin mi, itiraf et. Nasıl da küçümsedim ben bunu; hor gördüm dedin mi içinden. Senin gözün hep daha fazlasındayken ben sadece senin mutluluğunu istiyordum aslında. Güya her şeyi biliyordun ya sen; neden bunu da göremedin? Hande mavi gözlerini süzerek, “Ay sen ne kadar da basit düşünüyorsun,” diye burun kıvırırken bana, kahkahalarla gülmüştün. Haklıydınız, ben basit düşünüyordum. Hala da basit düşünürüm çoğu zaman. Bu benim zayıflığım mı, yoksa sizin kibriniz mi?

         Ne zaman bir plan yapsam migrenin tutardı. “Git başımdan!” derdin bağıra bağıra. Sessiz evde, karanlık odalarda az beklemedim migreninin geçmesini, uyanmanı, haydi geçti, gidelim demeni. Kendimle konuşup durduğum gecelerce uyumaya devam ederdin. Sabahında da kapıyı çat diye çarpıp giderdin. Hiçbir şey olmamış gibi. Halbuki ben bıraktığın yerde, koltuğun üzerinde öylece duruyordum. Bir sözünü, bir dokunuşunu bekliyordum. Yine kendime sarılacaksam, kendi yaralarımı saracaksam sen niye vardın? Olsun derdim, iyi ki var. İyi ki yoktun aslında sen. Hiç olmamıştın. “Sevgili, seninle olan yolculuğumuzun sonuna geldik..”diye başlayınca sen, anlayacaktım esasında olmadığını.

         Bazen sen hala en sevdiğim yanlışım diyorsam da, en kötüsüydün; ilk hatamdın. En büyük hatam aynı zamanda. Bunun en kötü yanı kendime karşı kötü davranmamdı. Boğazıma sarılıp, “Sen benim için ne yaptın lan?” dediğinde bile hak verdim sana; ben ne yaptım ki ona dedim. Bir artım yok, bir katkım yok. Öyle miydi? İşsiz kaldığın dönemde dizimde ağlarken sana her şeyin güzel olacağını, birlikte atlatacağımızı söylemedim mi en azından? Her yol başında dayanacak bir omuz olmaya çalışmadım mı sana? Tecrübem olmamasına rağmen seni en güzel biçimde sevmek için çabalamadım mı kaç sene?

         O kıyı kasabasında, ailenin evinde, denize bakan küçüklük odanda durup elimi tutmuştun. “Şu engin gök kadar büyük sevgimiz…”demiştin. Sen büyük lafların küçük adamıydın daima. Şimdi daha iyi görüyorum. O zaman denizden yüzüme vuran yelin, sessizliğin, gözlerinin, sesinin etkisiyle sana yürekten inanmıştım. Ömrümü ona adayacağım, elimden geleni yapacağım demiştim o an. İçimde söz vermiştim gözlerim dolarken. Kaç ay sürdü gitmen? Altı mı, sekiz mi? Engin sevginin ömrü kaç ay ki hem?

         “Sen mutsuzluk ve melankoliden besleniyorsun. Senin ruhun siyah!” demiştin arkadaşlarımızın yanında. Yüzünü öne eğmesi gereken ben değildim ama öyle oldu. Sana kaç kere yenildiğimi sayamadım ben; kaybettiğim günleri sayamadığım gibi. Yüreğimden aşkın peyderpey göçtüğü halde konduramadım gitmeyi. Bensiz olamayacağını, yapamayacağını düşündüm. Giden sen oldun. Öylece. Ucuz bir mesaj yazıp güle güle diyerek.

         Asansörde ağladım ama sana cevap vermedim. Seni kale alıp sana yalvarmak senin seviyene düşmekti. Sevgisiz, arsız yüreğine oh dedirtmekti: oh, bu aptal çocuktan kurtuldum! Kurtuldun benden. Çaldığın günlerimi nasıl ödeyeceksin pekala? Ya umudumu? Aşka olan inancımı? Gecelerce ıslattığım yastık yüzlerine nasıl hesap vereceksin? Duydum, bir daha hiç sevememişsin. Sevmek nedir bilmediğin için olabilir ya da kimseyi sevmeye layık bulmadığın için.

         Sen gittikten sonra kaldığımız, onca acıyı yaşadığımız eve götürdü ayaklarım beni. O çatı katına. Terasına brandalar yaptırdığın, ömrümü seninle geçirmem için tarih işaretli yüzüğü sunduğun o ferah ev… Unuttun mu yoksa? Sana göre bir önemi olmayan bir anıyken ben o seviştiğimiz şiltenin üzerine bıraktım ruhumu. Söyle bakalım, şimdi kim kaldıracak oradan?

         Beraber aldığımız paspas hala duruyordu. Görür görmez kalbimin ağzımda attığını hissettim. Titreyen parmaklarla zili çaldım. Kapıyı bir adam açtı. Sen değildin. Senden daha uzun, daha sarışın, daha iyimser biriydi. Kaçmak istedim, olmadı.

         “Burada bir arkadaşım yaşıyordu.. (Arkadaşım mıydın, sevgilim mi, yoksa celladı mı ruhumun? ) İsmi B… Ona bakmıştım.”

         “Çok oldu taşınalı.”

         Çok olmuştu sen taşınalı. Kapı aralığından üst kata çıkan merdivenlere ilişti gözüm. Beni takip et diye okla gösterilen, her basamağına resimlerimiz serpiştirilen merdivenlerdi bunlar. Madem sen başından beri gitmeyi düşünmüyordun aşkın peşinden, bu eylemlerden nereden geliyordu? Ya iki farklı insan vardı içinde, ya da sen çok iyi bir oyuncuydun. Hayatın bir oyun olduğunu da iddia ederdin ya, pek uzak bir ihtimal değildi bu.

         “İyi misiniz? Bir mesajınız varsa iletebilirim. Numarası var bende..” Adam hala oradaydı, benimse bedenim burada, ruhum geçmişteydi.

         “Hayır, teşekkür ederim. Ben ulaşırım kendisine.”

         Merdivenleri koşar adım inerken seni ne bulmak istiyordum ne de adını duymak. Posta kutusundaki sekiz numarasına bakmadan koşarak geçtim bahçeyi. Uzaklaştım o evden. Çocukluk hayallerimi de orada bıraktım.

         Ben tüm hayallerimi avcuna teslim edecek kadar saftım diyelim, sen bunu alıp ayaklarının altında ezecek kadar kalpsiz miydin? Senelerdir cevaplayamadığım sorulardan biri bu. Sorulardan korktuğumdan da değil üstelik. Cevaplarını asla bilmediğimden… Sadece benim hakkım yok sende; torbalarla iade ettiğin eşyalarımın da var. Hepsini çöpe gönderirken bir an bile tereddüt etmedim. Senin beni bir mesajınla geçmişe gönderdiğin gibi…

         Bugün SEVGİLİ mesajının onuncu yıldönümü. Kutlu olsun!

GÖZÜ KAPALI GİDENLER

Gidemeyenlere…

“Cehennemi hala ruhu üşüyenler için istiyorum”

Umay Umay

Uzun bir süre soluksuz kaldığımız bir sessizliğin ardından başımı kaldırıp sana baktığımda, yüzünde gördüğüm şeyin şefkat olmasını isterdim; oysa beni bekleyen bir öfke nöbeti arasına sıkıştırılmış tarifsiz bir acıma duygusuydu.

         “Olmuyor, görmüyor musun?” diye sordun sonra. Niçin olmadığını düşündüğünden çok,, olmayanın ne olduğunu anlamaya çabaladım. Üstüme düşen her şeyi yaptığımı zannediyordum. Seni sevmek ne kolaydı benim için, ne de tehlikesiz. Bilseydin kaç dikenli çitten yürüdüm yalın ayak, kaç gece geçirdim uyumayarak, belki o zaman sen de beni yürekten sevmeye cüret ederdin. Ederdin, değil mi?

         “Olmuyor, görüyorum,” diye yanıtladım seni. İnanmayarak. Bir şeyin olmama, olamama ihtimaline oldum olası inanmadığımı da biliyordun üstelik fakat o an, inanmak daha kolaydı senin için, başını salladın, derhal kabullendin. Ben isterdim ki, bir kısacık düşünce arası bile olsa, ölçüp tart içinde,, ne kadar denemedik oluyor mu diye. Bana sormadan, kendini de yormadan, sadece mucizelere inanmak ister gibi göğe baksaydın; o zaman olacağını görürdün.

         “Lunaparkta bindiğim şu yüksek şeylerde, gözlerimi kapatmayı çok seviyorum. Öyleyken kendimi nerede istersem hayal edebiliyorum,” demiştin ya bana bir defasında, evet, sen gözlerini kapatmayı çok seviyorsun; hep seveceksin de. Benden de sorgulamamamı isteyeceksin, buna hakkın varmış gibi. Olduğu gibi kabullenmek alnına yazılmış gibiydi senin, bir türlü istenmediğin arkadaşlıklarını bile sineye çekerdin çenen titrerken. Bunu sadece ben gördüğüm için düşman kesilmiştin ya bana, olsun! Ben senden gelecek düşmanlığa bile razıydım, bazan insan kör olmayı seviyor, senin gözlerin açıkken bile kapalı gezmeyi sevdiğin gibi.

         “Seni bile isteye üzüyor, yüreğinde şefkate benzer bir şey yok, anlasana!” diyen en yakın arkadaşımı bile susturdum, çünkü biraz daha konuşsa seninle ilgili ne varsa bildiğim, masaya dökecektim. Seni unutup gidecektim o masada. Bense, en yakın arkadaşımı unutmayı tercih ettim. Frost gibi seçilmeyen yolu düşleyen bir avareydim ben,, aklım hep seçmediğimde kalırdı. Oysa, ben her çatallı yol başında, seni seçtim. Bulacağımın kolların olduğunu/olacağını düşleyerek; beni bekleyen soğuk tesellilerin oluyordu her seferinde.

         “Abartma her şeyi, çok duygusal yaklaşma! Anlam yükleme!”

         Abartan ben, senin öfkeli öğretilerin karşısında süt dökmüş kediye dönerdi, bir film izlemeyi önerirdim yumuşasın diye aramız; yahut düpedüz sevişirdik. Ne tutkuyla, ne de aşkla. Anlamsız bir hiddetle birbirimize sahip olurduk her kavgadan sonra. Sen ben olmazdın, ben de sen. Kim kim olurdu onu da bilemezdim ama aramız kötü zanneden arkadaşımız, “Sevişmiyor musunuz?” diye sorduğunda başımı geri atıp küçümseyen bir gülüş tutturarak “Sevişmez olur muyuz canım, her şey çok iyi gidiyor,” derdim tahtalara tak tak vurarak. Halbuki o anda, içimde, ta derinde, bir cam odacık daha tuzla buz olurdu. Olmadığını görüyordum o anlarda sanki, senin savunduğun gibi. Ben oldurmaya çalışandım daima. Bahanelerini, suya sabuna dokunmaya sözde sevgini kutu kutu kutulayıp divan altlarına saklamayı çok severdim. Bir kendime faydam yoktu sevgilim, sen hep söylerdin. Öyleydi sahi, başka her şeye çare bulabilirdim.

         Ne garip, bu evde tüm eşyaların bir valize sığacak kadar azmış; bana sorsan şu evi kaplayan, hatta sarıp sarmalayan ne çok şeyin vardı. En fazla da sevgin, şefkatin, aşkın… Hepsini bir valize nasıl sığdırdın, merak ediyordum. Her neyse, valiz dar antreye çok yakıştı. “Başından beri bilmiyordum elbet gideceğimi, bunu söyleyeceksen şayet,” dedin ayakkabılarını giyerken. Tertemiz ayakkabılarına bakarken kendiminkileri nasıl da kirlettiğimi düşünüyordum sadece, bir şey dememiştim bile. İtiraz bile etmedim, boyun eğdim ithamlarına. NE diyebilecektim ki zaten senin HAKLI olduğun her konudan sonra?

         “Aramak istersen çekinme, ne de olsa birkaç yıl geçirdik birlikte..”

         Ne güzeldi lütfun, ne zarif! Kendini eylerken bunca yıl, demek beni de düşünen bir yanın vardı içinde. Ne kadar rahatladım, bir bilsen…

         Kapı çarptı, sen gittin. Seninle birlikte ne var, ne yok gitti ardından. Koltuklar, perdeler, terlikler, kıyafetler, tabaklar… Hepsi ayaklandı, ip gibi dizildi, gitmeden kulağıma fısıldadı tek tek: “Başında elbette bilmiyorduk gideceğimizi, bir şey söyleme sakın…”

         Ben ne söyleyecektim, ne söyleyebilecektim sanki. Boş bir odanın ortasında oturup perdesiz kalmış pencereye çevirmişken başımı, bütün sözlerim tükenmişti. Kendimi sözlerin efendisi zannederdim çoğunlukla; derdin ya bana, “Kelime oyunlarıyla kendini haklı çıkaramazsın!” diye, hayır, ben kelime oyunları yapmıyordum aslında. Bıkkın, ürkek kelimelerimde yakala istiyordum kırılganlığımı, sana ne denli ihtiyacım olduğunu. Fısıldadı ben böyle düşünürken korniş alayla: “Ah be saf aşık, gözünü kapatmaktan keyif alan bir adam, seni nasıl görebilir, duyabilir…”

         Gece indi sonra. Durmadan aynı cümleyi tekrarlayan kornişten sıkıldım, attım kendimi sokaklara. Aslında nefret ederdim dışarıda olmaktan; seninle bir battaniye altında olmayı yeğlerdim. Sen her defasında, çok sıcak olduğunu, epey bunaldığını söyleyip beni ittirsen de. Koltuğun öte yanı soğuk olurdu desem üzülürdün diye, kolçağına sarılıp halının saçaklarını izlerdim sen ciddi bir yüzle bilgisayarına bakarken. Şimdi diğer eşyalarla birlikte evi terk etmiş halının kaç tane saçağı olduğunu sorsan daha iyi bilirim beni gerçekten sevip sevmediğinden.

         Birkaç sokak ötede bir travesti vardı, kıpkırmızı dudaklarıyla sigara içiyordu. Usul adımlarla yanına gittim, ellerim ceplerimde. Bana baktı, şaşırma emaresi göstermeden.

         “Beni terk etti. Başından beri bilmiyormuş gideceğini, ki zaten gideceğim diye gelmezmiş kimse. Gözlerini kapatmayı çok severdi, özellikle lunaparkta. Neyse, gitti işte. Sonra diğer eşyalar da ağız birliği yapmışçasına kalkıp gitti birer birer. Ben aslında sevmem bu saatte dışarı çıkmayı, halı saçaklarını saymayı daha fazla severim ama ne yapalım, gidenin ardından bir de benim gitmem gerekiyordu,” dedim o sigarasını bitirene değin. İfadesiz bir yüzle beni dinledikten sonra gülümsedi. Kopkoyu gecede bir güneş gibiydi tebessümü. Oysa kara gözlerinin kenarındaki kırışıklıklardan acı ve hüzün akıyordu.

         “Üzülme be, siktirsin gitsin! Sana başka adam mı yok?”

         Benim gözüm açık durur zaten demedim, onun yerine uzattığı sigarayı aldım. Benim için yaktı, derin bir nefes aldıktan sonra anımsamış gibi ekledim: “Olmuyormuş, ben görmemişim.”

         “Hiçbir şey olduğu yok zaten, bak şu sokağa, hiçbir şey olmuyor,” diye yanıtladı beni. Bilge biriydi, benden daha çok şey bildiğini anladım. O gece yanında kalacaktım. Belki omzuna yaslanır, ağlardım. O da saçlarımı okşar, teselli ederdi beni. Olmayınca gidenlerden bahsetmezdik hiç, gözü kapalı sevişenlerden. Acı dolu hikayesini sormazdım ben, o da söylemezdi.

         Sigarayı ayağımın ucuyla ezip duvarın dibine çöktüm. “Gidilmesinden çok yoruldum, sanırım dinlenmem lazım,” dedim.

         Üstünü başını tutarak yanıma oturdu o da, bana döndü. “Dinlenmelisin. Dinlenmeliyiz. Dünya da dinlenmeli. Vakit olsa, ah bir vakit olsa…”

         Öylece durup sessizliği dinledik birlikte. İkimiz de aynı şeyi düşünüyorduk: zaman yetse, ikimiz de dinlenirdik. Bir yere de gitmezdik.

SONYAZ

çocuktum seni tanımıyordum. belime bir rüzgar kuşanmıştım ne güzeldi.” – Oğulcan Kütük

I

                                                                                                                               Flamingolara…

Derin bir sessizliğin içinden burnuma gelen kokularla uyandığımda üzerimde tarifsiz bir hafiflik hissettim. Bir an için sebebini anımsayamadıktan sonra bugünün O gün olduğunu anladım. Burnumda tüten ıhlamur kokuları, temiz çimen kokularına karışırken beyaz çarşafların arasından sıyrılarak çıplak ayaklarımı parkeye koydum. Tatlı bir soğukluk kapladı ayaklarımı, kollarımı yukarı kaldırarak gerindim. Ayağa kalkıp pencerenin yanına gittim, perdeyi aralayıp camdan dışarı baktım. Oturduğum ev giriş kattaydı; karşıdaki sokağı boylamasına görüyordu. Bu manzarayı çok seviyordum, yatak odası için bilerek bu odayı seçmiştim. Şimdi, iki yanı ağaçlarla kaplı, insansız sokak kahverengi – boz, yer yer epey kurumuş yapraklarla kaplıydı. İnsanda bir tabloyu seyrediyormuş hissi uyandırıyordu. Bir süre bu manzaranın tadını çıkardıktan sonra banyoya yollandım; ılık bir duşla tüm gözeneklerimi açtıktan sonra yumuşacık bornoza sarınıp mutfağa gittim, koyu bir kahve yaptım kendime. Bugün tüm rejimlerden uzakta olarak kendime bir ödül verecektim, hiçbir şey keyfimi kaçıramazdı. Havayı dolduran kahve kokusuyla masaya kuruldum, cep telefonumdan sosyal medyaya göz attım. Aynı can sıkıcı haberler vardı, hemen hemen dünün aynısı. Bir önceki günün de, daha önceki haftanın da…

            Fotoğrafları açarak birkaç ay öncesine ait tatil fotoğraflarına baktığımda yüzüme geniş bir tebessüm yayıldı. İzmir’in küçük ama huzurlu bir kasabasında çekilmiş fotoğraflar yüreğime bahar çiçekleri açtırdı: denizin kıyısında, iskelede oturmuş ayaklarımızı suya sokmuş, pespembe yüzlerle kameraya gülümsüyoruz, akşam bir barda, içkilerimizi tokuşturuyoruz, bir grup turiste bir şeyler anlatıyor – ne anlattığını dudaklarından okumaya çabalıyordum, iyi anımsıyorum; yabancı dilde onun kadar iyi olmadığım için tek tük kelimeleri algılayabiliyor, daha çok mimiklerine, eşi benzeri olmayan gülümsemesine dalıyordum -, bir elimizde boyoz, diğerinde çay, küçük bir masanın iki yanında oturuyoruz… Sanki birbirimizi görmeyeli yıllar olmuş gibi hissettim o an; telefonu masanın üzerine bırakıp elimi çenemin altına koydum, gözlerimi tam karşımda duran mutfak robotuna diktim. Sahi, bana bunca uzun gelen zaman hepi topu yalnızca iki aydı. Gerçi bir ay önce geleceğini söylemişti ama, işleri epey yoğun olduğundan fırsat bulamamıştı. Bir de annesinin rahatsızlığı nüksedince, gelmesi zorlaşmıştı. Görüntülü konuşurken bunu hiç dert etmemesini işaret etmiştim; o da becerebildiği kadar – bunun için uğraştığını, kursa gittiğini, videolar izlediğini biliyordum – bana karşılık veriyordu. Bazen hiç alakası olmayan bir işaret kullanıyor, beni kahkahalara boğuyordu. Nihayet fırsat yaratmıştı, yanıma geliyordu. Uzaktan da ilişki yürütülüyordu, üstelik ben kendimi pek çok konuda eksik hissederken.

            Kahve bardağını sudan geçirip bulaşık makinesine yerleştirdikten sonra hazırlanmak üzere giyinme odasına yürüdüm. Dudaklarımda çok sevdiğimiz şarkının melodisiyle: “Flamingo, when you gonna get up and go?”

II

                                                                                                                      Kurbağalara…

            Özel bir okula gidiyordum, benim gibi arkadaşlarım vardı ama yalnızdım. Sanki sadece ben lanetliydim. Ailemde hiç yoktu duyamayan; yalnızca benim payıma düşmüştü bu. Duygularıma hakim olamıyor, diğer çocukların da bunda suçu varmış gibi davranıyordum. Onlar da benden olabildiğince uzak durmaya çalışıyordu. Kendi aralarında konuştuklarını, üstelik yüzüme bakarak gülüştüklerini, görüyordum. Fark etmemiş gibi davranıyor, aralarda tuvalete giderek ağlıyordum. Kimsenin beni sevmediğini düşünüyordum. Dudaklarından okuduğum kadarıyla bana, ‘ucube’ diyorlardı. Onların gözünde bir ucubeydim, korku filmlerinden fırlamış gibiydim. Oysa ben de normal bir çocuktum.

            O sene okula bir başka çocuk nakil oldu. İsmi Ozan’dı. Benim gibi duyamıyordu o da, sessiz sakin biriydi. Diğerlerinin arasına karışmıyordu fakat benim gibi bu duruma içerlemiyordu da. Sırasında oturup çizim yapıyordu. Yaşına göre çok yetenekliydi, sadece hayal gücüyle duyguları körükleyen portreler çiziyordu. Bir gün onu izlediğimi fark etti, başını kaldırıp baktı bana; gülümsedi. Dostluğumuzu başlatan küçücük bir tebessümdü, çünkü hayatta güzel şeyler genellikle bir gülümsemeyle başlardı.

            Ozan çizim yaparken ben sessizce yanında oturur, izlerdim. Ciddi bir ifadeyle çalışır, çalışırken başka yerlere giderdi. Onun yanındayken, çocuk aklımla, kendimi korunmuş hissederdim. Diğerleri benimle dalga geçtiği için, o da dalgaların konusu olmaya başlamıştı. Bu beni rahatsız etse de, Ozan hiç aldırmıyordu. ‘Boş ver’ diye işaret ediyordu her defasında.

            Zaman içinde birbirimize alışmıştık. Bana çizimlerinin hikayelerini, nasıl tasarladığını anlatıyordu. Onunlayken güldüğümü fark ediyordum. İyi hissettiğimi…

            Bir gün benim portremi yapmak istediğini söyledi. Kabul ettim. Okulun bahçesinde, boş zamanlarda çalışmaya başladık. Kendimi özel hissettiğim nadir anlardan biriydi. Yalnızca ikimiz var gibiydik o anda. Diğer çocuklar parmaklarıyla bizi gösterip kahkahalara boğulurken, biz duymamanın avantajını kullanıyorduk. Elbette keskin gözlerim onların hareketlerini bir dedektör misali seziyordu ama Ozan’ın varlığı beni sakinleştiriyordu. Portrem bittiğinde enfes olmuştu, altına O.B diye imzalayıp bana verdi. Ben de her gece yastığımın altında onunla uyudum. Hiçbir şeyin moralimi bozmasına izin vermeyecektim. Uzun uzun yıllar dostluğumuz devam edecekti; aynı okullarda okuyacak, iş sahibi olacak, aynı evde yaşayacaktık. Artık kendimi hiç yalnız hissetmeyecektim.

            Eh, bunca güzel şey masallarda olabilirdi. Bir sabah Ozan, annesi ve babasıyla geldi okula. Okulun bahçesinde onu gördüğümde koşarak yanına gittim. Neden okula gelmediğini sordum. Gözleri bulutluydu.

            “Biz gidiyoruz,” diye işaret etti babasını göstererek, “Babam başka bir şehirde çalışacak.”

            Bir şey demeden arkamı döndüm, dolan gözlerimle koşarak uzaklaştım. Eskiden olduğu gibi tuvalete saklanıp ağladım, ağladım.

            Sonraki günlerde de ağladım, ağladım. İyice içime kapandım ama yapacak bir şey yoktu, Ozan gitmişti. Ben de söz vermiştim, bir daha kimseyle bağ kurmayacaktım.

III

                                                                                                                                   Zürafalara…

            Ozan’ın gitmesinden sonra ne ailemi, ne arkadaşlarımı, ne de diğer insanları umursadım. Benim için dünya dönmeyi bırakmıştı. Gün neyi getirirse onu yaşamaya karar vermiş, mutlu olamayacağımı kabullenmiştim. Üniversiteden sonra bir kütüphanede çalışmaya başladım. Kitapların arasında olmak, insanlarla olmaktan daha iyiydi. Mesai boyunca neredeyse kimseyle konuşmuyor, yapmam gerekenleri yapıp eve dönüyordum. Hayatım son derece sıradan bir monotonlukla devam ediyordu.

            Bora’nın kütüphaneye geldiği güne kadar…

            O gün de her zaman olduğu gibi raflar arasında kaybolmuştum. Arkamda hareket eden bir şeyin varlığını hissedince dönünce sıçramıştım. Karşımda biri vardı, elinde kitaplarla bana bakıyordu.

            “Sizi korkuttum, özür dilerim” diyen dudaklarını okudum.

            Başımı iki yana salladım, uzaklaştım. Kalbim deli gibi çarpıyordu. Ana bölüme gidip masanın ardına saklandım. Az sonra kucağındaki kitaplarla yanıma geldi, gülümsüyordu. Bana çocukluğumu anımsatan bir şey vardı gülüşünde.

            “Bunları almak istiyorum” dedi.

            Kitapları aldım, sisteme girişlerini yapmaya başladım. Bir süre sonra bana doğru salladığı elini gördüm. Başımı kaldırıp baktım. Meraklı gözlerle bana bakıyordu. Elimle kulağımı gösterdim, duyamadığımı anlattım. Dudaklarını ısırdı, yüzüne bir mahcubiyet yayıldı. Çocuksu bir masumiyetle heceleyerek, “Ö zür  di le rim!” diye heceledi. Öyle komikti ki kendimi tutamayıp güldüm. Kitaplarını, kimliğini verdim. Yeniden heceleyerek, “Te şek kür  e de rim. Ben Bo ra!” dedi. Gülerek kimliğini gösterdim. Elini alnına vurdu. İşaret parmağıyla beni işaret etti. Boynuma asılı isimliğimi gösterdim bu kez. İsmimi okudu, gülümsedi ve gitti.

            Bu an uzun bir süre benimle yaşadı. Yüreğime çocuklukta yerleşen karları eritmişti o ufacık an. O gülümseme. Çocuklara yaraşan masumiyet. Her gün, kitapları teslim edeceği düşüncesiyle işe gidiyordum; oysa daha teslim tarihine epey vardı. Birkaç gün sonra, teslim gününden önce, bir anda geldi. Kitapları teslim etti. Bana baktı, “Bir şey so ra ca ğım,” dedi, elimi kaldırdım, bir kağıt parçası çıkarıp yazdım: Dudak okuyabiliyorum. Yavaş konuşman yeterli. Gülümsedi. “Harika! İşten sonra kahve içelim mi?”  Kahve derken sağ elini fincan tutar gibi ağzına götürmesi beni güldürdü. Bir an düşünüp başımı sallayarak onayladım.

            Böylece bir akşam kahvesiyle başlayan görüşmelerimiz; bir gün onun elinde bir işaret dili kitabıyla gelmesiyle ben de aşka dönüştü. Böylece ilişkimiz başladı. İşi gereği İzmir’e taşınana kadar çoktan bağlanmıştım ona. Hayatımda ikinci kez. Bile bile lades. Ne de olsa yüreğimize söz geçirebiliyor olsaydık, insan olmazdık. Okuduğum kitaplardan öğrendiğim en romantik fikir buydu. Sonuna kadar romantik kalmamı da sanırım bu sağladı.

IV

Kuzgunlara…

            Telefonuma mesaj geldiğinde camın önünde oturmuş heyecanla bekliyordum. “Ben geldim, kapının önündeyim.”

            Midemdeki kelebeklerle kapıya doğru koşturdum. Bora oradaydı. Yüzünde alışkın olduğum sıcak gülüşü yoktu ama, bir tuhaflık olduğunu anında hissettim. Dudaklarında zoraki bir yarım tebessümle içeri girdi, bana sarıldı.

            “Nasılsın?” diye sordu işaret dilinde.

            “İyiyim, seni özledim,” diye yanıtladım.

            “Ben de” dedi Bora, gözlerini kaçırdı. Salona geçtik. Yan yana oturduk. Ona döndüm. Ellerine bakıyordu, bense dosdoğru ona. Eksik olan duyularım dışındakiler teyakkuzdaydı, bir şeyler doğru değildi. Onun bana ilk tanışmamızda yaptığı gibi elimi yüzünün önünde salladım.

            “Neyin var?” diye işaret ettim.

            “Sana söylemem gereken bir şey var,” dedi. “Sen çok çok iyi birisin. Tertemiz bir kalbin var. Çok mutlu birkaç senemiz oldu, biliyorsun ama…” Duraksadı, ellerine bir kez daha baktı. Yeniden bana bakınca gözleri dolmuştu, “İzmir’de birine aşık oldum. Senden saklamam doğru değildi ama yan yana olmadan söylemek istemedim. O yüzden ilk fırsatta…”

            Gözlerimi dudaklarından, sarsak işaretlerinden çekmiştim. Tuhaf, bir şeylerin geldiğini hissetmememe rağmen sanki kendimi hazırlamıştım o ana. Çocukluğumda, bir cümle sonra yok olan Ozan’dan beri kendimi her türlü gidişe hazırlamıştım. Gidişler benim hayatımın özüydü. Hiç giden olmamaksa bana yazılmış olan hikaye.

            “Tamam, şimdi gitmeni istiyorum. Bir daha asla beni arama. Yazma bana. Merak etme. Sadece git.” Acayipti. Bir anda içim soğudu. Bir cümleyle. Hiç yaşanmamış gibi. Bora ayağa kalktı, cebinde origamiyle yapılmış bir flamingo çıkardı, kucağıma bıraktı, gitti. Demek ki o da gitmeye çoktan hazırdı. Gitmemek için hiçbir şey yapmamıştı. Yapmayı da planlamamıştı.

            O gittikten sonra uzun bir süre öylece oturup kucağımda duran şeker pembesi flamingoyu izledim. Gönlüme koyu bir sonyaz çökmüştü. Bir anda karar vermiş gibi ayağa fırladım, yere yuvarlanan flamingoyu avcumun arasına alarak kapıya yürüdüm. Üstümü giyinip sokağa çıktım. Hafif bir rüzgar vardı, hava kapalıydı. Karşı sokağa yürüyerek yaprakların arasına daldım, nasıl ses çıkarabileceklerini hayal ederek yürümeye başladım. Yolun ortasında bir anda durdum, avcumu açıp flamingoya baktım. Usulca kaydırarak bıraktım; süzülerek yaprakların arasına indi. Kahverenginin üzerinde varlığıyla parlıyordu, sanki gülümsüyordu. Yanağımın ıslandığını hissettim. Başımı kaldırıp göğe baktım. Yağmur yağacaktı. Omuz silktim, yürümeye devam ettim. Bir kez bile dönüp flamingoya ne olduğuna bakmadan yürüyüp gittim.

SIRÇA KALP

Hande Kader’e…

Sıradan bir gün daha doğarken odanın penceresinden, alacalı renkler vuruyor içeri. Bazı nesneleri aydınlatıyor. Oldum olası severim ışık oyunlarını; bana çocukluğumu, babamın yoktan var ettiği oyunları anımsatır hep. Bugün babamı anımsamak istemezdim, gideli çok da olmadı aslında. Oysa Merih gideli epey uzun oldu. Şu kapının önünden bir hayalet misali geçip gitmişti. Bir elveda bile demeden. On dört yılı çöpe atmak bir yürüyüş kadar kolaydı işte. Yüz santimetre kareyi geçmeyen bir evin ara yollarını arşınlamak kadar…

Gözüm kitaplığın üzerinde duran tahta kutuya ilişiyor. Kendi elleriyle yapmıştı onu bana. O sıralar bir türlü kendine yer bulamayan var oluşunu el işleriyle oyalıyor, bir kursa gidiyordu. Bir akşam üzerinde ardıç kuşu işli bu kutuyu bir buket papatya ile elime tutuşturup “Bir papatyaya vurgun bir ardıç kuşunun hikâyesi bizimki de” demişti gözlerimin içine bakarak. Hayalet adımlarla kaybolan cümlelerden sadece biriydi.

Yerimden kalkıp kitaplığın üzerine uzandım, kutuyu elime aldım. Bir süredir bakmamaya çalıştığım için varlığını unuturum sanmıştım fakat er ya da geç yüzleşiyor insan anılarıyla. Kapağın üstüne işlenmiş kehribar rengi ardıç kuşunu okşadım parmaklarınla. Usulca fısıldadım: “Senin bir suçun yok ki güzelim, olmayınca olmuyor işte!” Sonra istemsizce güldüm kendime. Ömrümce karşı çıktığım yaygın söylencelerden birini dilime dolamıştım son günlerde. Olmayınca olmuyormuş işte, külahıma anlat!

Kapağı kaldırıp içindeki ıvır zıvıra göz attım. Adeta bir istifçi gibi biriktirmiştim ne var ne yok: ilk buluşmadan, sigara paketinden çıkan jelatinden yapılma bir çiçek, ilk kez verilen çiçekten kurutulmuş bir dal, ilk öpücük için kullanılmış ama artık bitmiş olan bir ruj, bir rozet, bir sinema bileti, eski bir vesikalık resmim ve bir not… onun bana yazdığı tüm notları attığımı düşünüyordum. nereden çıktı bu şimdi? Titreyen parmaklarımla sekize katlanmış kağıdı açıp bakıyorum, tek bir tümce yazılı.

“Sırça kalbin öyle narin; işte orandan öpüyorum sevgilim..”

Şırrrannk! O an duydum kırılma sesini. Demek ki sahiden kalbim sırçaydı. Ufacık bir notla kırıldı işte. Daha evvel kırıldığını sanıyordum halbuki. Daima sessiz olan adımları son kez gözlerimin önünden geçerken. yahut ismini fısıldadıkça koridora. Gözlerimi kapatıp açtıkça hatta. Sapasağlam duran kalbim şu notla mı kırıldı yani?

Kutuyu aldığım yere bırakıp notu yeniden sekize katlayarak cebime koydum. Dışarıda hava iyiden iyiye aydınlanmıştı. Üstüme ince bir hırka geçirip ayakkabılarımı giydim. Sadece anahtarımı alıp çıktım evden. Yürümek istedim. Yürümek ve unutmak. Kırılanları geri yapıştırmak mümkün değildi ne de olsa. Boşluğuna alışmak için bir yerden başlamalıydım.

Sokaklar bomboştu. Sokak köpekleri bir köşeye büzüşmüş uyuyor; özgür ruhlu kediler çöpleri karıştırıyordu. Usul usul yürüdüm. Evlerin önünden geçtim. Nice hikâyeler vardı kapıların ardında. Ne terk edişler, ne kavuşmalar, ne sevişmeler vuku buluyordu aynı anda. Ne acılar yoktan var oluyordu; ne başlangıçlar nihayete eriyordu. Öyleydi hayat, bir yerden alıp bir yere koyuyordu.

Denize kadar inmiştim dalgınlıkla. Soğuğa aldırmadan oturdum bir banka, karşıya baktım. Şu denize atsam kendimi, bıraksam dalgalar. Beni nereye götürürse götürsün. Yeni bir dünyaya belki… Merak ettim o anda; yeni bir dünyaya gitse insan, eski dünyası da gelir miydi onunla? Belki bir ardıç kuşu konardı omzuma, başımda papatyalardan bir taç. Bir başka dünyada prenses olurdum belki. Sırça bir sarayda yaşardım demir gibi bir kalple. Dört dönerdi herkes peşimde.

Kim bilirdi hayatın bir yeni dünya daha sunmayacağını? Kim bilebilirdi?

BOŞLUK

Pencerenin önünde durup dışarı baktım. Hava kapalıydı, yağmur yağacağı belliydi. İçim sıkıldı. Bu ara mütemadiyen içim sıkılıyordu. Yapacak hiçbir şey yoktu. Kollarımı önümde kavuşturdum. Başım ağrıyordu. Kronik bir baş ağrısı musallat olmuştu hanidir. Pencereyi açtım, birkaç kuş sesi çalındı kulağıma fakat onun dışında ortalık sessizdi. İnsanlar evlerine tıkılmış telefonlarının başında ömür tüketiyordu. telefonumdan epey uzakta duruyordum, o an beni tiksindiriyordu. Koskoca bir dünyayı, küçücük, mesnetsiz bir alete sığdırıp kölesi olmuştu. Devasa bir boşluk yüreğime çöreklen- mişti o zamandan beri. Handiyse, hayatımız bitmiş, yeni bir paralel evrende yeniden yaşamaya başlamıştık. Öylesine yabancıydık kendimize ve dünyaya. Şimdi de her şeyi bildiğimiz iddia etmeye başladık klavyelerin başından fakat yine büyük bir yanılsamadan ibarettik.

Oğlum odaya girdi aniden, “Anne, odama gelsene. Bir şey göstereceğim.” dedi heyecanla. Gözlerindeki heyecanı görünce biraz kendime gelir gibi oldum fakat bu boşluğun kolay kolay dolacağını düşünmedim asla. Oysa oğlum kendi dünyasında mutluydu, bana legolarıyla yaptığı küçük dünyasını gösterirken gülüyor, çığlıklar atıyordu. Bense pencere başındaki yalnızlığımı özlemiştim şimdiden. Oysa anne olmak, çocuğunla vakit geçirmeni gerektiriyordu. İyi bir çalışan olmak için koşulsuz şartsız işverenini dinlemeli, kurallara harfiyen uymalıydın. İyi bir vatandaş olmak için biat etmeliydin her şeye. Bir kitapta okuduğum gibi, görünür ve görünmez polisler her yerdeydi ve yedi yirmi dört gözetleniyorduk. Zincirlerimiz görünür cinsten değildi elbette. sorsan her birimiz özgürdük, istediğimizi yapabilirdik ancak yasalar dahilinde. Fikrimize göre esnetemediğimiz yasalar, başkaları tarafından esnetilip kullanılabiliyordu. Babası olmayan bir çocuğum vardı ve şayet ben bir erkekle yemeğe çıkarsam ahlaksız sayılabilirdim. Daha geçenlerde eve gelen bir erkek arkadaşım için karşı kapı komşum olan yaşlı teyze, “Çocuğun aklına başka şeyler gelir kızım, sen bence eve çağırma erkek arkadaşlarını.” demişti. Eh, teyze de bir polis sayılırdı en nihayetinde.

“Bakmıyorsun anne!” Oğlumun bağırmasıyla düşüncelerimden sıyrıldım.

“Sen oynamaya devam et, benim biraz işim var” diyerek başını okşadım ve mutfağa yollandım. Kapıyı arkamdan kapatıp gözlerimi yumdum, derin derin nefes aldım. Boğuluyordum. Hayatımdan, dünyadan, insanlardan, her şeyden. Halbuki buna bile hakkım yoktu. Çalışan bir anne olarak hem çocuğuma bakmalı, hem namusumu korumalı, hem de akıl sağlığımı kaybetmemeliydim.

Su kaynatıp koyu bir kahve yaptım. İlk yudumda bir parça rahatladığımı hissettim. Yağmur başladı. Aniden. Mutfak penceresini açtım. Serin hava yüzüme çarptı. Hafif bir ürperti dolaştı tenimde. Gözlerimi yumdum, sonra yeniden açtım. Ani bir kararla masadaki bardağı alıp camdan aşağı fırlattım. kalbim küt küt atarken bekledim. Sesi duyana kadar. içimdeki boşluk betona çarpıp tuzla buz oldu. Pencereyi kapatıp perdeyi çektim. Yatak odasına yollanıp telefonumu elime aldım.