AİLE CEHENNEMDİR

“Hayatımızı ve onu bitiren eylemlerimizi, her ikisini de doğru anlamak için, akılda tutmaya mecbur olduğumuz tek şeyin – biri normal diğeri yıkıcı – iki yüzü olarak görmek en iyisidir. Bunlar birbirine göbekten bağlıdır. Hayatımıza başka türlü bakmak, yaşadığımız hayatı, makûl ve sıradan kısmın, bizzat yaşananlar açısından her şeyin bir anlam ifade ettiği kısmın küçümsenmesi tehlikesini beraberinde getirir – ki bu kısım olmasa tüm bunlarda anlatılmaya değer bir şey de yoktur.” (sf.48)

Birçok alanda aile tanımı yapmak mümkün, aile şudur, budur; şu şekilde şekillenir gibi bir dolu açıklama bulabilirsiniz. Kitaplarda, internette, bloglarda, yazılarda… Aile ve insan üzerine atıp tuttuğumuz doğru fakat bir yandan da, toplumlar, aileden gelen travmalarla baş etmeye çalışan bireylerle dolup taşar. Her ailenin kendine özgü, fonksiyonel olmayan yaşantısı var, buna ayak uydurmaya çalışan çocuklar, kaybolmuş bireylere evriliyor bir bakıma. Aileni seçemezsin klişesinden de öte bir durum bu. Aile cehennemdir, dünyanın en anlayışlı ebeveynine sahip olsan da.

Amerikalı yazar Richard Ford’u ilk kere, Jaguar Kitap‘tan çıkan Vahşi Hayat kitabıyla tanıdım, oysa 1944 doğumlu, epey de üretken bir yazar. Daha sonra da, Carey Mulligan ve Jake Gyllenhaal’un başrolünde yer aldığı, 2018 yapımı sinema uyarlamasını izlediğim Vahşi Hayat, yazara bağlanmama sebep oldu çünkü bir kere, aile kavramına klasik anlamda yaklaşmaması, onu benim gözümde marjinal bir yazar yapıyordu. Bilhassa kalıplaşmış konuları bambaşka açıdan okura sunan yazarlara özel bir saygım var, Ford da istisna değil. Geçtiğimiz günlerde, Umay Öze çevirisiyle yayımlanan Kanada romanını duyunca yine iştahım kabardı bir okur olarak, enteresan bir konusu vardı romanın. Anne – babası banka soyan on beş yaşındaki bir çocuğun hikâyesi anlatılıyordu, ben de buna uygun, macera dolu bir anlatım olur diye düşünerek kitabı edindim fakat daha evvel Ford’un olaylara bakış açısını keşfetmiş biri olarak bu denli tuzağa düşmek bana yakışmadı, zirâ bu romandaki anlatım, beklediğimin tastamam zıttıydı. Bu da, romanın üzerimdeki tesirini katbekat artırdı, hatta duygularımı yerle bir etti.

Romanın girişinde tanıştığımız Parsons ailesi, bakıldığında son derece standart bir çekirdek aile izlenimi veriyor: asker bir baba, Great Falls’ta kısılıp kalmış, edebiyata ve sanata düşkün, Yahudi göçmeni bir anne, ikiz çocuklar. Bev Parsons, tutkuları olan, her an tuhaf eylemlere meyyâl, yakışıklı, karizmatik bir adam; Neeva Kemper ise sakin, hayatın huzursuzluğunu derinden hisseden, mutsuzluğunu gündelik işlere, ve en fazla şiire saklayan bir kadın – ikisinin evlenmiş olması Dell’e göre mucize (Dell on beş yaşında, hikâyenin anlatıcısı) çünkü Tacoma’ya göçen Yahudi bir anne ile babanın, kızları Geneva için beklentileri çok farklı, dünyanın her yerinde olduğu gibi basmakalıp bir evlilik fikirleri var: doktorla evlensin Neeva yahut mühendisle! Bu bağlamda, Neeva’nın cesur olduğu yorumunu yapabilirim, her ne kadar kırılgan ve zayıf olduğunu düşünse de. Dell’in ikiz kız kardeşi Berner ise ailenin aykırı üyesi, daha küçüklüğünden farklı bir yol seçeceğini belli ediyor, fikirlerini savunmaktan da geri durmuyor. Her şeye rağmen, gündelik yaşantılarına devam ediyorlar; neticede ne olursa olsun hayat akıp gidiyor.

Her şeyin değişmesinin sebebi Bev’in delişmen davranışları oluyor. Askerlikten ayrıldıktan sonra yetenekli olduğunu iddia ettiği birtakım işler yapıyor Bev, tabii bu işleri eline yüzüne bulaştırmakta üstüne yok. Kaçak et işine girdiğindeyse (ta askerken yaptığı bir şey), ailenin talihini kökünden değiştirdiğinden habersiz. Borçlanıyor, borcunu ödemek için banka soymaya karar veriyor, buna Neeva’yı da ikna ediyor bir biçimde. Bir an okura absürt gelebilecek bir fikir, her borçlanan banka soymaya kalksa, ne banka kalırdı ne de hapishanelerde yer. Fakat Bev’i sayfalar sayfalar okuyarak tanıyınca, bunun tamamıyla borçlanmadan kaynaklanmadığını anlıyoruz. Bev’den ziyade benim ilgimi çeken karakter Neeva oldu, zirâ hayatın akışına kendini kaptırıp Great Falls gibi sıkıcı bir yere gelen, burada sıkışmışlık, anlamsızlık gibi hisleri ruhunda taşıyan bir kadının banka soymaya ikna olması ilkin garip geliyor fakat karakterle empati kurunca hayatında cesaret edemediği her şey için ödediği bir diyet olduğunu anlıyoruz. Neeva çok hüzünlü bir karakter benim için, romanda onun olduğu kısım boyunca yaşadığı derin boğulmuşluğu iliklerime kadar hissettim: yemek hazırlarken gözümde canlandı misâl, verandada kitap okurken, şiir yazarken…tüm bunlarla meşgulken zihninden neler geçiyordu? Her şey için kendini mi suçluyordu? Evlendiği, anne olduğu için pişman mıydı? Ford’un karakterleri ete kemiğe bürünüyor okurun zihninde, iyi ya da kötü olduklarını düşünmekten ziyade içselleştirip anlamaya çalışıyoruz.

Romanda en ilgi çeken karakter Neeva çünkü genel olarak olduramamışlığın sembolü bence, hayat bizi birtakım yollara savursa bile başka yolu seçmek mümkün fakat Neeva kendinde o gücü hiçbir zaman bulamıyor, dahası bunu yapamayacak kadar zayıf olduğunu düşünüyor ama banka soymaya ikna olabiliyor. Bir bakıma, ne isterse yapabileceğini, sözgelimi çocuklarını alıp Tacoma’daki ailesinin yanına dönebileceğini çok iyi biliyor fakat bunu yapmıyor, yapmak da istemiyor. Banka soymanın olumsuz neticeleneceğini çok iyi bildiğini düşünüyorum, Bev’den daha zeki bence; bu eylemin olumsuz sonuçlanması hâlinde nihayet istediğine kavuşacağını başından beri biliyordu Neeva, nitekim yakalanıp hapse atıldıktan sonra da bunu gerçekleştirdi. Romanın bende en fazla etki eden bölümü otuz yedincisiydi, Neeva’yı orada tam olarak görmüş oldum.

İşlediği suça rağmen Bev’in hiçbir şey için pişman olmaması yahut bunu belli etmemesi beni öfkelendirdi, salt kendi kaderini değil, karısının ve çocuklarının da tüm yolunu değiştirdiği göz önüne alınırsa, bir parça suçluluk duymasını beklerdim fakat böyledir, birileri bir şey yapar, diğerleri sonuçlarına katlanır, birileri de öylece yaşar. Hatta hak ettiğini düşündüğünüz sonuca da varmaz, bir yerlerde yaşamaya devam eder. Oğlu Dell de şöyle demek zorunda kalır: “Yaptıkların. Hiç yapmadıkların. Hayalini kurdukların. Üstünden uzun zaman geçtikten sonra, bunların hepsi iç içe geçiyor” (sf.104). Gerçi bir noktada Dell babasını her çökmüş adamda görüyor ama ne olursa olsun onları sevdiği için kendi gözünde bahane ürettiğini düşünüyorum.

Berner da enteresan bir karakter fakat en azından ailenin en cesur üyesi – kaçıp kendi yolunu bulmak istemesi onu benim gözümde kıymetli kıldı, ebeveyni yahut devlet tarafından çizilmeye çalışılan kadere boyun eğmedi, bir biçimde hem kendi, hem de annesinin kaderini kırmış oldu.

Romanın ikinci bölümünde, Neeva’nın plânıyla, arkadaşı Mildred devlet yetkililerinden önce gelip Dell’i alarak Kanada’daki erkek kardeşi Arthur Remlinger’ın yanına götürüyor. Bir başka tuhaf baba figürü – elbette Arthur evli filan değil ama en azından Bev’in devamı gibi algıladım okurken. Arthur da kibar, yakışıklı ve işinde gücünde görünen fakat korkunç sırlar saklayan bir karakter. Sınırın öte yanındaki Saskatchewan’da başlıyor esas Dell’in büyüme hikâyesi: bir kere burada kendi başının çaresine bakmak zorunda. Arthur’un ona verdiği işleri yaparken bir yandan da hayatını anlamlandırmaya gayret ediyor. Dell’in yolculuğunu çok iyi anlıyorum çünkü hayatın karşımıza çıkardığı pek çok şeyin bir anlamı yok, buna anlam atfeden sadece biziz. Aslında Dell de bu anlam arayışında sakin kalarak kurtuluyor beladan. Bir sabah uyandığımızda anne – babamızın banka soyacağını bilemeyiz, kezâ yanına sığındığımız adamın suçlu olduğunu da. En nihayetinde Dell “ona verilen öğütlerle” hayatını devam ettirmeye çabalıyor: dayanıklılık, kabullenme, vazgeçme…

Romanın üçüncü ve son bölümü hakikaten hiç unutamayacağım bir bölüm, olayların üzerinden geçen senelerden sonra, Dell’i emekliliğe adım atan bir İngilizce öğretmeni olarak görüyoruz. Evlenmiş ve ne hikmetse (!) çocukları olmamış. Dahasını söyleyip kitabı okumamış olacaklara ayıp etmek istemiyorum ama finalin beni ağlattığını söyleyebilirim. Dell’in tüm mücadelesine, hayatta kalma çabasına şahit olmuş biri olarak son sözüyle kendimi koyverdim çünkü bir ömrün yükü birikir hepimizde. Bir biçimde ruhumuzda taşırız bunu, her neredeysek, ne yaşıyorsak. Dell’de insan olmaya dair her şeyi görüyor okur. Sanırım baş karaktere dair en büyük hissim bu, onda kendimi ve etrafımdaki insanları gördüm. Çabamızı. Anlamlandırmaya çalıştığımız her şeyi. Edebiyatın önemini. Satrançla yola çıkan Dell’in edebiyata yönelmesi hiç de tuhaf değil. Hardy göndermesi mesela, romanı okuduktan sonra uzun uzun düşündüm, evet, bir bağlam kurdum kendimce.

Richard Ford’un en büyük başarısı bence kullandığı dil ve olayları anlatma biçimi. Bir kere acele etmiyor, insana dair ne varsa, insanca anlatıyor yazar. Tutturduğu dil bunu destekler nitelikte. Her türden karakterin bulunduğu bir romanda, okura hepsine dair bir fikir üretmek için gerekli zamanı tanıyor, olaylar üzerine düşünmeye sevk ediyor. Aralara serpiştirdiği birtakım fikirler epey anlamlı ve derin. Çocukların gözlem yeteneğiyle ilgili söyledikleri çok doğru bana göre, yetişkinlerden daha aklıselim olabiliyor çoğu, nitekim roman boyunca yaşadığı her şeye rağmen sakinliğini, sağduyusunu koruyor Dell, karıştığı habis olaya bile uyum sağlayabiliyor, isteksiz de olsa. Okurken onu suçlamıyor, anlıyoruz; yargılamıyor, hak veriyoruz. Adım adım izlerken belki biz de aynısını yapardık diyoruz çünkü davulun sesi uzaktan hoş gelir, insan zor durumda ne yapacağını bilemez: ha tabii, pek az kişi zor durumda banka soyar, orası ayrı.

Elbette bu roman bir Bildungsroman olarak da okunabilir, Dell’in David Copperfield’dan, Holden’dan, Jane Eyre’de ya da Harry Potter’dan bir farkı yoktur o bağlamda, kendi koşullarında, kendi yaşamını yaratmıştır bir şekilde fakat salt bu açıdan okumanın, romanın derinliğini azımsamak olduğu kanaatindeyim. Bunun en temel sebebi, olayların başladığı andan itibaren Dell’in aklıselim davranmaya gayret etmesi.

Bir yandan da alt metinde, Amerikan Rüya’sına dair anti bir tutum görüyorum, bilhassa aile tanımı üzerinden. Çekirdek bir ailenin, Amerika’nın vaat ettiklerine bir anda karşıt olması doğru bir tutum bence, hayat öyle ol deriz olur gibi bir şey olmuyor çoğunlukla, bu minvalde söylenen her şey, kapitalizmin sunduğu tüm soslu fikirler tamamen göz boyamak için yapılıyor. Bev Parsons’ın daha fazla para kazanmak gibi bir derdi mi vardı yoksa istediği hayatı bir türlü gerçekleştiremediği için mi bu kadar uğraşıyor? Azla yetinmeyi bilmiyor mu? Sadece çocuklarının güvenliği için mi banka soydu yoksa zaten bunun müthiş bir fikir olduğunu mu düşünüyordu? Amerikan Rüya’sı Parsons ailesini es mi geçti? Yoksa zaten rüya içinde bir rüya mıydı?

Richard Ford’un nahif bir anlatımla insanı bunca düşünmeye itmesi, onu benim gözümde çok iyi bir yazar yapıyor. Romanı sadece buraya indirgemek biraz haksızlık tabii fakat Kanada en fazla bu açıdan beni etkiledi. Böyle bir dille, böyle bir anlatımla bu kadar etkili, okurun ruhunu ele geçiren bir roman yazmak ustalık işi bana göre, zirâ yazarlar dilin tüm olanaklarını kullanmayı, yer yer onu zorlamayı severler ama okuduğum iki romandan yola çıkarak Ford’un böyle bir derdi olduğunu düşünmüyorum. Hayat yeteri kadar çarpıcı, bir de dili allayıp pullayarak işi abartıya götürmeye gerek yok. “Bir sabah tuhaf rüyalarından uyandığında kendini banka soyan bir suçlu olarak buldu Bev Parsons” yazsaydın keşke Ford, belki romanı sıkıcı bulanlara umar olurdu. İşin ironisi bir yana, romanın sıkıcı olmaya vakti yok, zirâ Dell gibi bir karakterin tehlikeye düşmemesi yahut hayatını ziyan etmemesi için okur bile bir çaba içine giriyor. Biri bu çocuğu kurtarsın diyorsun mesela, devlet değil ama. Sonuçta “çabalıyor” Dell, biz de öyle.

“Öğrencilerime hep Thomas Hardy’nin uzun ömrünü düşünmelerini öğütlüyorum. Doğum:1840 Ölüm:1928. Bütün o zaman zarfında gördüğü onca şey, hayatının yaşadığı değişimler… Onları bir “hayat görüşü” geliştirmeleri, hayal güçlerini zenginleştirmeleri, bu dünyadaki varlıklarını salt sonsuza dek sürecek bir tesadüfler dizisi değil, hem somut hem de sonlu bir hayat olarak görmeleri konusunda yüreklendirmeye çalışıyorum. Hayatı dikkate almanın bir yolu olarak bunu yapmalarını istiyorum.” (sf.497)

Öyle romanlar var ki siz onu unuttuğunuzu sandığınız anda, bir yerde, bir köşede sizi yakalıyor, kıstırıyor köşede. Shuggie Bain‘i düşünmediğim bir günüm olmadı mesela, Hayat, Sil Baştan‘ın Ursula’sı hep köşe başında yahut Buzdan Top‘un Ercan’ı ile Meral‘in Meral’iyle hasbihal ediyorum kimi zaman, bir masadan. Clarice zaten aynada hep karşımda, durmadan konuşuyor. Kanada romanından bana kalansa Dell ve Neeva. İki karakteri de epey içselleştirdim, bilhassa hapse girmeden evvel her satırda Neeva’nın ruhuna sızan hüznünü çok sevdim. Bir nevi bu hüznün oğluna sızdığını düşünüyorum. Dell’e göre annesi Berner’a daha yakındı fakat bence Dell’e de uzak değildi Neeva, sadece onda kendini görüyordu, kendisi gibi olmasını istemiyordu. Great Falls’a sıkışmış, potansiyelini gerçekleştirememiş, hatta bu potansiyelinin olduğuna inancını çoktan yitirmiş bir yetişkin olmasından korkutuğu için oğlundan uzak duruyordu ama kaçırdığı bir şey var: Dell (ve bütün çocukları) çok iyi gözlemciler, annesinin ruhunu okuyabiliyordu, istese de istemese de, ondan bir parça ruh aldı, yaşamı boyunca da içinde taşıdı. Tıpkı onu son görüşünün son görüşü olduğunu bilse daha fazla şey söylemek istemesi gibi, okurlara söylemese de.

Richard Ford’un Kanada romanı benim için büyük listemde yer alan bir kitap oldu artık. Zaman zaman döneceğim, yakın arkadaşlarıma önereceğim muhakkak, okuyanlarla konuşacağım ama niçinse roman ağzımda tuhaf bir tat bıraktı, içimde bir burukluk var. Dell için hep üzüleceğim, satranç ustası olsaydı ne olacaktı, Rusya’yı ziyaret edecek miydi, çocuk sahibi olacak mıydı diye düşüneceğim. Romanı da hiç unutmayacağım – bana hissettirdiklerini de. Çabalamaya devam edeceğim, Dell gibi. Bir biçimde.

SÜR PULLUĞUNU ERKEKLERİN ÜSTÜNE

BENİM YAZARIM OLGA:

Daha Türk okurlar Olga’ya bu denli ilgi göstermemişken, yakından takip ettiğim butik yayınevi Alabanda‘dan yayımlanan Koşucular romanıyla ilk temas kurduğum an anlamıştım Olga’nın farklı bir yazar olduğunu, esasında kelimelerle de izahı pek mümkün değil. Öyle yazarlar vardır, neden seviyorsun gibi bir soruya doğru düzgün yanıt veremezsiniz, zirâ kelimeler kâfi değildir üzerinizdeki tesirini anlatmaya. Olga Tokarczuk’u ilk kez okuduğumda, hayatıma dair bir şeyleri değiştireceğini öngörmüştüm diyelim. Hareketi, akışkanlığı, değişimi, dönüşümü sevdiğimi; dahası bu yönde birtakım metamorfozlar yaşadığımı sezmiş bir romandı Koşucular – bir anlamda Olga’nın hayatıma bir yazar olarak çaktığı ilk çiviydi.

NEŞE TALUY YÜCE ÇEVİRİSİ:

Mezunu olmaktan onur duyduğum Dil-Tarih’in en saygın hocalarından biri olan Neşe Taluy Yüce, benim için Olga Tokarczuk ile özdeşleşmiştir. Leh dili deyince akla ilk gelen çevirmen elbette Neşe hoca fakat onun Olga ile ayrı bir bağı olduğu kanaatindeyim, tıpkı benim gibi. Sanki yazar Türk dilinde yazsa hangi kelimeleri tercih edeceğini, nasıl cümleler kuracağını yahut nasıl bir biçem izleyeceğini biliyormuş gibi – çevirilerin lezzeti de buradan geliyor bana göre. Okurken daima hissettiğim, ‘Neşe hoca etkisi’ tastamam bundan kaynaklanıyor. Elbette Schulz, Gombrowicz, Myśliwski gibi yazarları da enfes çevirdi fakat niçinse Tokarczuk çevirilerinde farklı bir tat var. Yazarı çok iyi tanıdığını hissettiren…

OKUDUĞUM KİTAPLARI:

Eh, ben bir yazara göz koyduktan sonra kolayca vazgeçebilen bir okur değilim, dolayısıyla Olga Tokarczuk okuduğum ilk günden itibaren ne çevrilse okurum demiştim. Nitekim öyle de oldu: Koşucular‘dan sonra Aç Gözünü Artık Yaşamıyorsun kitabını okuyup öykülerinden etkilendim. Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde son derece mistik bir deneyimdi mesela. Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler, Son Hikâyeler derken müthiş bir külliyata sahip olmaya başlamıştım.

VE NİHAYET ‘EMPÜSYON’:

Uzun bir müddettir Yakub’un Kitabı‘nı bekliyorum aslında, kitap yayımlandığından beri aldığı övgüler, hacmiyle doğru orantılı olmayan okuma süreleri ve güzel sözler beni kitaba dair heyecanlı kılmakla kalmadı, durup durup yayımlandı mı diye kontrol etmeme vesile oldu fakat Nisan 2024’te, Nobel Edebiyat Ödülü sonrası yazdığı ilk roman olan Empüsyon‘un (Timaş Yayınları) yayımlandığını görünce dayanamayıp derhâl edindim, üç günlük bir sürede bitiriverdim; böyle diyorum çünkü bitirmek istediğimi söyleyemem. Bir kere yine kendine has bir Olga romanı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim fakat böyle söylemek yeterli değil bu efsunlu roman için. Ön sözde, Neşe hocanın da belirttiği üzere büyük bir Thomas Mann hayranı Olga – pek çokları tarafından da Büyülü Dağ romanına bir selam olarak değerlendirilmiş bu roman ama temelde çok net bir fark var bana göre: Empüsyon katbekat daha şefkatli ve mistik bir roman olmuş. Duygudan duyguya okurunu zerk ederken tüm hisleri teninizde duyumsuyorsunuz. Bittabi edebiyatın bu arındırıcı özelliğini hepimiz biliyoruz ama yukarıda da bahsettiğim üzere yazar bunu her daim ‘Olga’ca’ yapıyor – arkadaşıma belirttiğim gibi Olga benim için yeşilliğin, dinginliğin ve doğanın yazarı.

Hikâye, baş karakter Mieczysław Wojnicz’in, Görbersdorf’ta bir konuk evinde kalarak iyileşmeye çabalamasını anlatıyor, ki kendisi bir üniversite öğrencisi. Babası tarafından buraya yerleştirilen Wojnicz, epeyce nahif, utangaç, travmaları olan bir genç. Bazı bölümlerde çocukluğuna dair anılarını izlerken bu travmalara nelerin sebep olduğunu görebiliyor, duyumsayabiliyoruz. Sözgelimi, kilerden bir şeyler alması için babası tarafından yollandığında onu korkutan bir kurbağa, seneler sonra zihninde yeniden ayyuka çıkıyor. Zaten romanın temel sorunlarından biri ‘baba’ – January Wojnicz (isminin pek manidar olduğunu düşündüm okurken, Lehçede nasıl bir anlamı var bilmiyorum tabii, fakat İngilizcedeki ocak ayına tekabül eden ismi, oğlu karşısındaki soğukluğu, nemrutluğu ve despotluğunu iyi bir biçimde işaret ediyor) katı kuralları olan, oğlunun üzerindeki etkisini pek de önemsemeyen bir adam, Wojnicz’in onaylanmak için can attığı bir karakter. Babasının onu görmesini istiyor, bu bile yeterli onun için, sevilmek şöyle dursun. Beni en fazla etkileyen bölümlerden olan ‘Öksürük Senfonisi’nde Dr.Semperweiß tarafından muayene edilirken, yoğun travma yaşadığı bir olay ortaya çıkıyor misâl – doktor ondan tümüyle soyunmasını istiyor fakat Wojnicz ‘dini’ sebeplerle bunu reddediyor. Bilime karşı din hiç eskimeyen bir tema olsa dahi burada baş karakterin iç dünyasına daha fazla yöneliyoruz bu temadan ziyade. Ne olursa olsun, Wojnicz’e kızamamamın nedeni sanırım babası.

Mizojini hiç eskimeyen, dünyanın her yerinde var olan, bir türlü yıkılamayan bir olgu, bu romanda da sinir harbi yaşamamın en temel sebebi, zirâ konuk evindeki çoğu erkek karakter kadın düşmanı ve bu hususta uzun nutuklar atmaktan çekinmiyorlar. Bilhassa Lukas (geleneklere bağlı bir öğretmen) ile Frommer’ın (teozof) bölümlerinde kitabı parçalamamak için kendimi zor tuttum. Bunlar daha evvel duymadığım şeyler değildi ama öyle canhıraş savunuluyor, doğal bir biçimde anlatılıyor ki, okuru ister istemez sinir harbine sokuyor. Karakterlerin temsil ettiği erillik, ataerkil sistem gibi konular ise evrenselliğini koruyor. Bu bağlamda romanı çok sası buldum fakat bu yazarın bir başarısı diye düşünüyorum, gerçekliği artıran bir deneyim. Sözgelimi, 1639’da büyücülükle suçlanan Ewa Bernhard ile Anna Tieff’in başına gelenleri okumak beni mahvetti – yine de, oradaki sarsıcılık açısından elzem buldum.

Yine romanda atmosfer kurulumu çok iyiydi, yer yer Bruno Schulz okuma hissi verdi bana. Bunun sadece hastalıklar, şifa evleri, uzak bir kasaba gibi özelliklerden olduğunu düşünmüyorum, aynı zamanda Polonya halkına, bu doğrultuda da yazarlarına sirayet eden yoğun bir hüzün var; bu da sadece karakterlere ve olaylara değil, mekânlara da yansıyor. Atmosfer kurgusu açısından mühim bir element olan mekân, gene bir karakter olarak burada karşımıza çıkıyor. Okur kendine orada ve o hislerle buluyor metin boyunca. Aralarda yer verilen fotoğraflarla da bu hissiyat katmerleniyor, yine bir Olga alametifarikası olarak karşımıza çıkıyor okurun hislerini farklı biçimlerde desteklemek.

Roman boyunca beni en fazla etkileyen karakter, Wojnicz’in bence tek arkadaşı olan Thilo oldu. Her ne kadar umutsuz vaka gözüyle bakılsa da, değindiği noktalar, insanlığa dair atıfları, sevecenliğiyle okurda bir empati temeli oluşturuyordu Thilo. Resim sanatıyla, antropoloji ve sosyolojiyle ilgili tespitleriyle esasında aklıselim bulduğum bir karakter. Bir de itiraf: beni ağlatan bir bölüm olarak on üçüncüsü – Ruhlar. (“Sarılsana bana” desem okuyanlar hemen anımsayacak…)

Her ne kadar anlatıcının kadın olduğunu öğrensek de, roman boyunca kadınların sesini hiç duymuyoruz. Çağlar boyunca sesi kısılan kadınları temsil etmesi bakımından önemli tabii fakat bazı sahneler sessize ses veriyor bana göre: Bayan Opitz’in ölümü mesela. Yahut Frau Weber ile Frau Brecht’in sessiz eylemleri. Epilogdaki kapanış. Duymak isteyene çok şey var.

NİHAYETİNDE:

Yine aşırı etkilendiğim bir roman oldu fakat bu kez avaz avaz bağıracak gücüm yok doğrusu. Bu roman sessiz bir zafer zannımca, usul usul anlatıp koyu bir atmosfer kurarak okurun zihnini puslu kılıyor. Bu yazı vesilesiyle sisleri biraz dağıtmak istedim ama pek çok sahne zihnimde capcanlı. Lukas’a, Frommer’a, Opitz’e, Rajmund’a öfkem taptaze, Thilo’ya tuttuğum yas solgun, Wojnicz’in çocukluğuna duyduğum üzüntü tuhaf – romana dair süregelen hislerimden bazıları. İşte Olga’nın böyle bir gücü var, örneklediği büyücüler gibi, korkulan, kaçınılan ve hatta örselenmeye çalışılan. Edebiyata dair yapılan yorumlarda, onun kutsallaştırılmaması gerektiğine dair ataerkil söylemlerin yoğunluğu, kadınların durumunda olduğu gibi, edebiyatın gücünden de ne kadar korkulduğunu ortaya koyuyor bence. Bırakın sizi alıp götürsün, bunda ne zarar var ki? Bunun en iyi kanıtlarından biri de Olga Tokarczuk romanları mesela. Empüsyon da bir istisna değil, yine okurunu hayal kırıklığına uğratmayan, hudutsuz hüznüyle sarıp sarmalayan, elden bırakılamayan bir roman. Birkaç gün bu etkiyle devam edeceğim gibi görünüyor…

MEMENTO ÖLÜM

2009’da, üniversitede Latince dersi aldım. İki dönemi de AA ile geçerken tahtaya kalkıp çevirileri yazmak çok keyifliydi. Tabii tüm öğrencilerin kesinkes bildiği iki cümle vardı: “Cogito ergo sum” – düşünüyorum öyleyse varım ile “memento mori” – ölümü hatırla. Pek çoğunun ilgisini çeken, Descartes’ın halk arasında envai çeşit espriye malzeme olmuş cümlesiyken, ben memento mori’de kalmıştım. Hakikaten insan yaşarken ölümü unutuyordu diye düşündüğümü anımsıyorum. Dahası, bu anlamlı (!) cümleyi dövme yaptırmak niyetindeydim. Üstüne yıllar bindi, cümle bilhassa gençler arasında ezber oldu, ben de dövme fikrinden vazgeçtim. 2018 senesinde, Ayfer Tunç’un Can Yayınları’ndan romanı “Aşıklar Delidir ya da Yazı Tura” isimli romanıyla bir kez daha eski günleri yad ettim, zira romanın odak noktası memento mori idi – karakterler ölümle hemhal oluyordu bol bol. Dönem dönem karşıma çıkan bu kavram, en nihayetinde, bu sene bir Muriel Spark romanı olarak geri döndü yaşamıma.

Yakından takip ettiğim Siren Yayınları’ndan yeni bir kitap haberi alınca mutlu oldum. Üstelik bir Püren Özgören çevirisiydi. Muriel Spark’ın 1959 senesinde çıkardığı “Memento Mori” isimli romanı, geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Öncelikle kapak tasarımı için Nazlım Dumlu’ya teşekkür etmem lazım, ilk görüşte aşk denebilir. Nefis bir kapak tasarımıyla çıktı kitap. Limbosfer kanalının sahibi, sevgili dostum Caner Can Turan bu kitabı bana armağan etti ama kitap gelene kadar dört döndüm, epey merak ediyordum.

Kitaba geçmeden evvel, Muriel Spark’tan bir parça bahsetmek lazım diye düşünüyorum. İskoç yazar Dame Muriel Spark, kurgu yazarlığına geç başlamış biri. Evvela, Mary Shelley ve Emily Brontë üzerine eleştiriler yazarak başlıyor. Bunu, kendi şiirlerini yayımlaması izliyor. İlk romanı The Comforters’ı 1957’de, otuz dokuz yaşında yayımlıyor. Epeyce geç bir yaş olsa da, kurgu dünyasına sağlam bir giriş yapıyor. Bunu da, 1959’da yayımlanan Memento Mori izliyor, ki pek çoklarına göre Spark’ın ilk başyapıtı. Onun edebiyatı içim mühim bir dönüm noktası da, 1954’te, Katolik Kilise’sine bağlanmış olması. Yapıtlarında yaşam ve ölüm, inanç krizi, insan olmanın erdemi, yalnızlık, çaresizlik gibi konular bu bağlamda önem kazanıyor. Graham Greene, Evelyn Waugh gibi yazarların da Spark’a büyük hayranlık beslediğini eklemek lazım.

Bu noktada, Memento Mori romanına kaynak sağlayan anekdotu da aktarmalı: Spark dokuz yaşındayken, büyükannesi Adelaide Hyams, Edinburg’a gelip Muriel’in odasına yerleştirilir, hastadır. İki kez kalp krizi geçirir, böylece bakıma muhtaç bir hale gelir. Onun bakımına yardım eden Muriel, insan yaşamının ne denli kırılgan olduğunu, yaşlanınca bakıma muhtaç olabileceğini, ölümle olan mücadelesinde epeyce zayıf kaldığını fark eder. Daha sonra belirteceği üzere, bu deneyimi bir romana evrilir.

Roman, 1950 İngiltere’sinde yaşayan, pek çoğu altmış yaşın üstünde bulunan karakterlerin dünyasını anlatıyor. Böyle söyleyince ilgi çekici gelmiyor kulağa fakat olaylar, ana karakterlerden biri olan Dame Lettie Colston’ın, kaynağı belirsiz birinden aldığı telefonlarla başlayıp müthiş bir keyifle ilerleyince değişiyor. Arayan kişi tek bir şey diyordur: “ölümü hatırla”. Aslında roman boyunca görünür bir biçimde ölümü hatırlar karakterler, yazar da, sık sık gerçekleşen ölümler aracılığıyla bize bunu unutturmaz. Ölümün, yaşamın ana göstergesi olduğu metin boyunca ince ince işlenir. Nitekim, Spark, bir söyleşide, “Ölüm olmasaydı, yaşam daha da anlamsız olurdu, ölüm yaşamı görkemli kılıyor,” diyecektir.

Bir diğer önemli karakter ise Charmian (Piper) Colston’dır. Charmian, çok ünlü bir roman yazarı olmakla birlikte, son dönemde bunama belirtileri gösterdiği için kocasının (Dame Lettie’nin erkek kardeşi Godfrey) bakımına muhtaçtır fakat çok yardımsever bir adamla karşılaştığımız söylenemez. Karısını küçümseyen, her fırsatta ondan uzaklaşan, bakımını başkalarına yıkan bir adam vardır karşımızda. Birtakım hazlarla, ölümden kaçıp yaşamı kucaklamaya çalışsa da, ne denli zavallı bir adam olduğu barizdir. Romanın en belirgin özelliklerinden biri de, tüm karakterlerin, bir biçimde birbirine bağlı olmalarıdır. Salt akrabalık ilişkileriyle değil, İngiliz sosyetesinden, yasak aşklardan, yahut edebi dünyadan yana birbirleriyle ilintilidir hepsi. Sözgelimi, Colston’ların ahbabı Lisa Brooke’un kocası Guy, Charmian’ın eski aşığıdır; yardımcısı Mabel Pettigrew ise, Charmian’ın yeni yardımcısı. Roller değişse de, bağlantılar sabit kalır. Colston ailesinin eski yardımcısı Jean Taylor ise bir bakımevinde kalsa da, ziyaretine gelenler aracılığıyla tüm olayların içindedir, belki de aranan kara kutudur.

Muriel Spark romanlarının alameti farikalarından biri de, bir karakterin mutlaka bir yazar ya da gazeteci olmasıdır. Burada Charmian çok ünlü bir yazarken, oğlu Eric de annesini kıskanan başarısız bir yazar olarak sahneye çıkar. Bir diğer karakter Alec Warmer ise, okuyucunun bilgilerini taze tutmak için notlar alır, tüm karakterleri ince detaylarla hususi defterine not eder. Yazmak, bu romanın hatrı sayılır bir biçimini oluşturur. Sadece romanlar veyahut notlar yazılmaz üstelik, yaşlı insanların adeti olduğu üzere bol bol vasiyetname de yazılır.

Jean Taylor’ın kaldığı bakımevinde başka yaşlı kadınlar da vardır, bu kişiler ‘nine’ olarak adlandırılan karakterlerdir. Romanın en eğlenceli, en komik sahneleri bu bölümlerde yer alır. Bu roman, bir Shakespeare oyunu olsaydı, ninelerin görevi koro olurdu. Yer yer ortaya çıkıp metni zenginleştiren, nüvesini oluşturan kara komediyi sağlamlaştıran bölümler bunlar. Her bir ninenin farklı bir özelliği, farklı bir tuhaflığı vardır. Öyle ya da böyle, hepsi ölümü hatırlar, ölümle mücadele eder.

Romanın başında, sanki bir gizem yahut bir dedektiflik hikayesi okuyacağını düşünen okur için bol karakterli, komik, karmaşık bir yola evrilen metin, güçlü diyaloglarla ilerler. Spark’ın, diyalog kurma ve karakter oluşturma konusunda özel bir yeteneği olduğu aşikar. Bu romanda da, bütün karakterler nevi şahsına münhasır, özellikle olayların gizemini artıran manipülatif karakterimiz Mrs. Pettigrew.

Bu romanın en büyük başarısı, yaşlılık üzerine farklı görüşleri ortaya çıkarmasıdır bana göre. Her bir karakterin ölümle yüzleşmesinde, insan olmaya dair bir farkındalık yatıyor. Her bir birey, yaşamının farklı bir döneminde öleceği gerçeğiyle burun buruna geliyor; kimi bu fikirden korkuyor, kimiyse bunun rahatlatıcı bir fikir olduğuna inanıyor. İnançların da ölüm fikrine dair epeyce etkisi olduğu yadsınamaz, ki Spark da, romanında bunu alt metin olarak okuruna sunuyor. Sonradan dahil olduğu Katolik Kilise inancı da, bazı karakterlerinde belirgin durumda.

Toplumda, bilhassa sosyetede, sosyal statü, maddi durum gibi farklılıkların önemi de çok iyi bir biçimde kurguya dahil edilmiş. Miras davaları, kadın-erkek ilişkileri, aile mefhumu, kadın olmak gibi hususlarda ince bir mizah, müthiş bir de gözlem gücü yansıtılmış metinde.

Romanın acaba nereye varacak’tan ama olsun çok keyifli’ye dönüşen okumasına nefis bir final eşlik ediyor. Bir noktada öyle bir şey oluyor ki, Spark okurunu irkiltmeyi başarıyor. Eh, bunca başarılı şeyi aktaran bir yazardan da daha azı beklenemez doğrusu. Memento Mori, yaşlılık ve ölüm üzerine çok güçlü bir roman bence, an itibariyle de, Muriel Spark’ın en sevdiğim romanı konumuna geldi. Sadece keyifli okuma sunmuyor metin, aynı zamanda insan olmak üzerine düşünmemizi de sağlıyor. Muthiş bir çeviriyle dilimize aktarılan roman, uyguladığı kara komedi açısından da iyi bir örnek teşkil ediyor. Son dönemde yayımlanan en iyi romanlardan bir tanesi kesinlikle, ayrılan zaman değer.

Hamiş: AMAN HA, SİZ YİNE DE MEMENTO MORİ YANİ…

DENİZLER ALTINDA FERSAH FERSAH TUTSAKLIK

Tutsaklığın envai çeşit yolu var, sözgelimi insan ruhu, beden denilen kapalı kutu içinde tutsaktır. Kutunun nasıl açılıp da, içindekinin özgür kalmasına olanak sağlayacağı ise büyük bir muamma fakat gözle görülen, dünya üzerinde kurulmuş mevcut sistemle manipüle edilen birtakım tutsaklıklar da var. Zaten tutsak olan bir canlı türünün, bir başka biçimde esaret altına alınarak acının artırılması, insan vahşetinin bir başka göstergesidir.

İskoç yazar J.M Ledgard’ın 2011’de yayımladığı romanı Batır Gitsin Derin Sulara (Submergence), tam da bu konu üzerine geniş yelpazede gözlemlerle bezenerek yazılmış. Bir ajan olan James More, Somali’de, cihatçılar tarafından esaret altına alındığında, dünyevi ile ruhani tutsaklık arasındaki bağlantı ayyuka çıkıyor. James More’un, ünlü filozof ve hukukçu Thomas More’un soyundan geliyor olması da epeyce ironik, çünkü roman boyunca ata More’un ütopyasının imkansızlığını gözler önüne seren bir deneyim yaşıyor James.

Fransa’da bir otelde, birkaç gün romantik bir ilişki yaşadığı matematikçi Danielle Flinders ise, kendini bilinçli bir esarete atarak, denizlerin fersah fersah altına gidiyor. Aynı anda tutsak olan iki baş karakterin – bilinçli yahut bilinçsiz olması fark etmeksizin – paralel bir ruh halinde yaşadıkları, kısa süren aşk hikayelerinin de etkisiyle okuru soluksuz bırakıyor aslında. James’in kurtulması için didinip dururken, bir yandan da okur, ruhunun bedeninden asla kurtulamayacağına dair tuhaf bir duyguya kapılıyor. Burada kullanılan flashback yöntemiyle, okur James ile Danny’nin yaşadığı aşka dair detayları öğrenirken, bir yandan da metne katılan zenginlikle değişik duygu durumlarına zerk ediliyor. Basit bir konusu olan romanların, bu biçimde zenginleştirilmesi, yazarın roman türünün ustalıkla kotardığının göstergesi de aynı zamanda. Hem bir aşk hikayesi, yahut bir tutsaklık macerası; veya da James More’un James Bond’a dönüştüğü sinematografik bir roman okuma gibi pek çok yol sunan bir metin Batır Gitsin Derin Sulara. Bir önceki romanı Giraffe’da olduğu gibi, kişisel araştırma ve fikirlerini kurguya, başarılı bir biçimde yedirmiş Ledgard.

Romanda ilgimi çeken bir diğer nokta da inanç meselesi. Somali’de, James’i esir tutan cihatçı çocukların da bir biçimde esaret altında olması söz konusu. Hayatlarına vuran tek renk, baş kestikleri videolar hariç izlemelerine müsaade edilen Bambi filmi. Kendilerini adadıkları amaca dair bir iç görüleri yok; inanç kisvesi altında yaşamından vazgeçen insanlarla dolu milletlerin iyi bir simgesi. Somali’de düzeni tamamen ortadan kaldıran bir araç olmasının yanında, yapılan kötülüklere de arka çıkması için oluşturulmuş sahte bir düzen gibi bu konu. Buradaki ironiyi çok iyi kullanmış Ledgard. Sözgelimi, 14 yaşında toplu tecavüze uğramış bir kızı taşlarken hiçbir yorumu yok yazarın, tek gösterdiği ritüellerine bağlı insanlar topluluğu. Yorumu okura bırakmış.

Danny’nin çok fazla sesini duymasak da, aslında James ile yaşadıkları üzerinden onu değerlendirme imkanına sahip oluyoruz. Okyanusun derinliği, gizeminin tezahürü gibi bir yandan da o. Ulaşamayacağı bir şey için kendini eve kapatan, yahut hiç evlenmeme yemini ederek kiliseye kapanan İngiliz romanı kadın karakterlerini çağrıştırdı bana. Okyanus metaforu, bir yönüyle de, insanın derinlerinde sakladığı gerçekleri simgelemesi açısında önemli. Danny gibi, hepimizin derinlerinde zengin bir dünyanın olmasının yanında, bir de karanlık bir yanımız var.

2017 senesinde, Alman yönetmen Wim Wenders tarafından filme uyarlandı kitap. Başrollerinde Alicia Vikander ve James McAvoy var. İzleyicilerin filme dair en büyük eleştirisi sonuydu fakat ben kitaba bağlı kaldığı için başarılı buluyorum sonunu.

2015 senesinde Jaguar Kitap‘ın Gökhan Sarı çevirisiyle (bu arada kendisi Yapraklar Evi‘nin de çevirmeni olmasıyla gönlümde taht kurmuş birisi, kitabı bilenleriniz için çevirmesinin ne kadar zor olduğunu hayal etmek çok güç değil) yayımladığı Batır Gitsin Derin Sulara, 2023 senesinde yeni bir kapak ve gözden geçirmeyle okurlarla buluştu. Yeni kapağın nefis olduğunu söylemem gerekir, nitekim Natalia Suvorova’nın yaptığı tüm kapaklar muazzam bence.

J.M Ledgard, insan doğasına dair pek çok şey söyleyen bir yazar, gazeteciliğin de vermiş olduğu gözlem gücünü metinlerine yansıtıyor. Gerçek bir olaydan esinlenerek yazdığı ilk romanı Giraffe de umarım dilimize çevrilir. Son tahlilde, bu romanın bende tesir eden en önemli özelliği, okuma sonrası etkisi. Okurken sıradan bir süreç gibi geçse de, metin bittikten bir süre sonra sert bir aydınlanma yaşatıyor. Okyanusun derinliklerinde bir dolu şey keşfediyor gibi. Keşfedilen ne varsa da uzun bir müddet okurla kalıyor. Bu da Ledgard yazınının nüvesi olarak öne çıkıyor. Henüz okumadıysanız hiç beklemeyin derim ben, Thomas More ‘a selam olsun öte diyarlara diyerek…

BAĞLI MISIN AĞ’A?

Benjamin Fogel

şeffaflık, -ğı

isim

Saydamlık (TDK)

Hayatta en gurur duyduğum özelliğim şeffaflığımdır benim. Bunu göğsümü gere gere söylerim fakat düşününce, insan ne denli şeffaf olabilir böyle bir hayatta? Yargılanmayacağınızı, etiketlenip ötekileştirilmeyeceğinizi bilseniz ne kadarını açık edebilirdiniz hayatınızın ve ruhunuzun? Bu kişiden kişiye değişen büyük bir muamma çünkü toplumumuzda en fazla kurulan cümlelerden birinin, esasında en çok söylenen yalanlardan biri olduğunu biliriz: “Kimsenin arkasından konuşmayı sevmem, ne düşünürsem yüzüne söylerim.” Aynaya bakalım, hakikaten içimizden geldiği gibi, herkese her şeyi söyleyebiliyor muyuz? Yoksa şeffaflık ve açık sözlülük kisvesi altında kendimizi mi kandırıyoruz?

Fransız yazar Benjamin Fogel’in (1981, Paris doğumlu) 2019’da yayımlanan La Transparance Selon Irina isimli romanı, geçtiğimiz günlerde, İş Kültür Yayınları‘ndan, İpek Ortaer Montanari tarafından Irina’ya Göre Şeffaflık ismiyle Türkçeye aktarıldı. Konusunu okur okumaz çok merak ettiğim bu roman, aslında benim sevdiğim türlerin epey dışında. Fogel, üçleme olarak tasarladığı romanlarının bu ilkinde, 2058 senesinde, günlük yaşamın akışı içinde gerçekleşen birtakım olayları, distopik anlatımın tüm ögelerini ustaca kullanarak yazmış. Günümüzde insanları etkisi altına alan internetin, daha da ileri düzeyde hüküm sürdüğü, yaşamları ve kişilikleri esareti altına aldığı bir dünyadan söz ediyoruz.

Fogel, kurduğu bu evreni çok iyi içselleştirerek tüm detayları düşünerek kurgulamış eserinde. Günümüze dair yapılan atıflar son derece gerçekçi, yer yer tüyler ürpertici. Her ne kadar distopik roman okuduğunuzun farkında da olsanız, anlatılanların gerçekleşeceğine dair bir inanç da taşıyorsunuz okuduğunuz süre boyunca. Baş karakter Camille Lavigne (a.k.a Dyna Rogne) adeta 2023 Türkiye’sinde yaşayan biri gibi fakat onu bizden farklı kılan şey, erkek ve kadın özelliklerine (bedensel) aynı anda sahip olması. Bunun dışında kalan tüm detaylar – görünür olmaya dair hırsı, Irina’ya karşı hissettiği çekim ve tutkusu, hayatının birkaç yerinde yaptığı hatalar, insana ait en temel duygulardan biri olan kibri gibi – tanıdık, içselleştirilip anlaşılabilir. Bilhassa Irina ile olan ilişkisi, insanın güven duygusuna muhtaç olmasına dair çok iyi bir örnek, her ne kadar bu kişiyle gerçekte yüz yüze gelmemiş olsa da. Günümüzde sosyal medyanın insan üzerindeki etkisi, Fogel’in romanında da son kerte bariz. Herhangi bir sosyal medyanın yerini alan Ağ denilen ortam, bugünün Instagram, Facebook ve Twitter gibi mecralarının insanlara sunduğu yeni bir kişi yaratma olasılığını ortaya koyuyor. Ingmar Bergman’ın 1966 yapımı Persona filminin korkunç gerçekliği, Big Brother misali tepemizde dikiliyor esasında. Günlük hayatta ‘olamadığımız’ ne varsa sosyal medyada olabiliyoruz, bu da, bu tür mecraları güçlü kılıyor. Fogel’in romanında ayna görevini ise, Camille’nin dönem dönem ziyaret ettiği psikolog Ursula Sanchez sağlıyor. Zirâ, sosyal medya, aynalardan epeyce uzak. Dolayısıyla gerçeklik algısı da bulanıyor. Nitekim, roman boyunca kendinden uzaklaşan Camille, nihayetinde hiç beklemediği bir muğlaklığın içinde buluyor. Olaylar çözüme kavuştuğunda ise iş işten geçmiş oluyor. Bu arada, bu noktada Fransız düşünür ve yazar Michel Foucault’dan (1926-1984) her açıdan etkilendiğini, özellikle ‘panaptikon’ fikrini benimsediğini söyleyebiliriz yazarın. Nitekim, kaynakça bölümünde, Foucault’un meşhur eserinin adı geçmektedir (Hapishanenin Doğuşu).

Etrafımıza baktığımızda gördüğümüz insanlar, sosyal medyada bambaşka kimliklerle, başka ilişkiler kurduğumuz persona’lar olabilirken, belki de pek çoğu, zamanla bizim alter ego’muz hâline geliyor. O kişi olmak istiyoruz. Yapmaya cesaret edemediğimiz şeyleri, tastamam O olmak için yapabiliyoruz. Bunun güzel bir örneğini, yarattığı Clara Lasquet karakteriyle vermeyi tercih ediyor Fogel. Bu romanın kurgusu açısından Clara karakterini elzem buluyorum çünkü gerek sosyal medyada, gerek gerçek hayatta, bizi gizlice izleyen, öykünen, her an tırnaklarını çıkarmaya hazır bir grup insan olduğunu kabul etmek gerekiyor. Niyetleri iyi bile olsa, böylesi davranışlarla ruh hâli, karşılıklı zarar verebiliyor insanlara. Clara’yı bekleyen hazin son ise bu tarz toksik bir yaklaşımın, nasıl da hüsranla biteceğinin göstergesi.

Sene ilerlese de, bazı şeyler bildiğimiz gibi: kadına şiddet hâlâ önlenememiş durumda, yeraltı kurum ve kuruluşlar hâlihazırdaki sisteme baş kaldırmaya devam ediyor, bir yerlerde birileri gizli işler çeviriyor, insanlar birbirinin arkasından konuşmaya devam ediyor… Liste uzar, gider. Pek çok kere altını çizdiğim gibi, insan türü var olduğu müddetçe, bu durum devam edecek çünkü panzehri olmayan tek tür insan.

Çok çok yeni yayımlanan bir eser olduğundan çok fazla yorum görmedim fakat bazı yorumlarda şuna benziyor, buna benziyor gibi bir iki eleştiriye rastladım. Olası çağrışımları haricinde bir eseri, bir başkasına benzetmenin okur konforu açısından rahatsız edici olduğunu düşünenlerdenim. Bir eser, bir başka esere benzeyebilir, onu andırabilir; bire bir kopyası olmadığı sürece, okur için mühim olan metnin özgünlüğü, okurken geçirilen vaktin keyifli olmasıdır kanımca. Elbette her türden fikre saygı duymalıyız lâkin bir yerde de kaliteli bir okur olmanın temel kurallarını şöyle bir belirlemek kimseye zarar vermez diye düşünüyorum.

İş Kültür’ün Çağdaş Dünya Edebiyatı Serisi’nin sekizincisi olan Irina’ya Göre Şeffaflık, seride okuduğum en iyi ikinci kitap. 2021’de yayımlanan Bejamin Fogel romanı Manon’a Göre Sessizlik (serinin ikinci kitabı) dilerim arayı açmadan Türkçeye kazandırılır. Çeviride iyi bir iş çıkarıldığını düşünüyorum, Fogel’in yeni ürettiği kelime ve kavramlar güzel bir biçimde aktarılmış. Dolayısıyla, metnin keyfini sürebiliyoruz. Çevirmenine ve editörüne teşekkür ederim bu hususta. Finalde sözü Irina Loubovsky (yoksa değil mi?)’ye bırakmak isterim: “Dünya bize terör ve kaos sundu, biz de ona takip ve denetimle karşılık verdik.İnsanlığımızı tasdik edip herkesin komşusuna göz kulak olduğu büyük bir bütün gibi safları sıklaştırdık. İnsanlar şeffaflık istiyordu. Kiminle karşı karşıya olduklarını bilmek istiyorlardı. Anonimliği ve şüpheyi sonlandırmak istiyorlardı.” (Irina’ya Göre Şeffaflık, sf 259) – ne dersiniz, sizce bir gün şeffaflık başarılabilecek bir hedef midir?

EDEBİYATTA ZİRVE: HAYVAN HÜKÜMRANLIĞI

JEAN-BAPTISTE DEL AMO

           

Zaman zaman edebiyat niçin var diye düşündüğüm oluyor. Okurun beklentisi ne olabilir diye düşünmüyor değilim. Seneler içinde bir kalıba sokmaya çalışsak da, aradan öyle eserler çıkıyor ki bütün kalıpları yerle bir ederek edebiyata yeni bir soluk getiriyor. Günümüzde bunu yapmak çok da kolay değil çünkü dillere pelesenk olmuş bir deyimin de dediği gibi söylenecek her şey söylenmiş, yazılacak her şey yazılmış durumda. Hatta kimileri daha ileri giderek bunu Shakespeare’in zaten yaptığını, kimsenin de uğraşmasına gerek olmadığını söylüyorlar. Kendi okurluk yolculuğuma baktığımda, bunun pek de doğru olmadığını görüyorum. Belki söylenen ve yazılan her şeyi farklı bir bakış açısıyla yeniden yazma çabasıdır modern edebiyat. Bildiğimiz şey ise nadiren de olsa okurların soluğunu kesecek bir metin ortaya çıkar.

            Fransız yazar Jean-Baptiste Del Amo tarafından 2016 yılında “Rêgne Animal” ismiyle yayımlanan, ülkemizde 2022 yılı sonbaharında Şule Çiltaş çevirisiyle Can Yayınlarından, “Hayvan Hükümranlığı” ismiyle raflara çıkan kitap da yukarıda bahsettiğim okurun soluğunu kesen eserlerden biri. Modern edebiyatta ne olmalı fikrini yerle bir ederek kendine has bir özgünlükle anlattığı hikâyesiyle okurunu koltuğun ucunda tutmayı başaran 390 sayfalık bir şölen Hayvan Hükümranlığı.

            İlk bakışta, 1898 yılından başlayıp 1981’e değin uzanan bir jenarasyon anlatısı olsa da içinde günümüze ve geçmişe dair pek çok hakikati sığdıran bir şaheser. Fransa’nın güneyinde sıradan bir çiftçi ailesinin sıradan yaşamıyla açılışını yapan roman, detaylarına gizlediği doğa anlatısı ile Fransız pastoral edebiyatının da ögelerini içinde barındırıyor. İsimsiz bir anne baba ile onların Eleonore isimli kızları, günlük işlerini yaparak hayatlarını idame ettiriyorlar. Böyle bir dünyada meraklı, bilgiye aç, sevgi dolu olmak zordur; dolayısıyla Eleonore’nin doğaya, hayvanlara, kendi bedenine, insan doğasına dair karşı konulamaz merakı isimsiz annenin sert duvarlarına tosluyor. İngilizcede ‘genetrix’ olarak bilinen biyolojik anneden söz ediyoruz, zirâ bu kadın kızına karşı en ufak bir sevgi beslemeyen, epeyce dindar, katı, kurallara ve ataerkil yapıya son derece bağlı. Pek çok kez de aşırıya kaçarak kızını cezalandırdığına şahit oluyoruz. Baba ise daha sevgi dolu olmasına rağmen yaşadıkları meşakkatli hayat, geçim derdi, doğa koşulları sebebiyle yorgun düşmüş durumda. Hastalık da yakasını bırakmayınca, Eleonore’nin anasından başka kimsesi kalmıyor. Derken sahneye babanın hastalanmasının ardından işleri toparlamak üzere Marcel giriyor. Toy bir çocuk olan Marcel, Eleonore’nin şekilsiz, karanlık hayatında gördüğü tek umut parçası oluyor çünkü Marcel’in gelişiyle bu yavan ortamda küçük kız için ‘hayal kurma’ imkânı oluşuyor. Bir gelecek için düş kurma…

            ‘Bu Kirli Toprak’ adı verilen ilk bölümün en önemli anlatıları hayvanlarla ilgili olan bölümler. Burada, edebiyatın konusu ne olmalı tartışması ayyuka çıkıyor, ki bana göre edebiyatın konusu her şey olabilmelidir. Bir araç olarak kullandığınızda, sözcüklerle cümlelerden bir gerçeklik ortaya çıkarabilirsiniz. İşte romanda bu sert bölümler tam da böyle bir işlev görüyor: insan ırkının, diğer canlılar üzerindeki tahakkümü, kıyımı ve şiddeti. Bölüm ismiyle de yapılan gönderme doğrultusunda insanlık, en başından beri doğaya ve hayvanlara karşı hoyrat, gaddar ve hodbin. Ananın kedilere uyguladığı yahut domuzlara uygulanan şiddet gibisi insan var olduğundan beri devam ediyor fakat bunu edebiyatın içinde cesur bir biçimde anlatmak da tercih edilen bir şey değil. Bu noktada, bu roman işlevsel bir özellik de kazanıyor. Her ne kadar süregelen gaddarlık bitmeyecek olsa da, buraya parmak basmak okurun irkilmesini sağlıyor.

            İlk bölüm, isimsiz babanın ölümüyle sona ererken, cenaze sahnesi okur için tadına doyulmaz, bir parça da gotik bir deneyim sunuyor. Mağrur bir kurbağanın Eleonore’a eşlik ettiği sahne ile bir nefes alıyor, sindirmeye çalışıyoruz.

            Babanın ölümünden sonra Marcel, evin işlerini idare ediyor. Romanda sevgi ve şefkat adına gördüğümüz tek şey de Marcel’le Eleonore arasında yaşanıyor. Bir tebessüm, ufak bir temas. Bu bile küçük kızın karanlığına bir ışık yakıyor. Gelgelelim Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle birlikte Marcel askere alınıyor, Eleonore ise yeniden karanlığa gömülüyor. Romanın bu bölümünde savaşın, yokluğun kötücül ruhunu hissediyoruz. Okurla birlikte Eleonore’yi de oradan oraya savuruyor bu duygu.

            Savaş sonrası Marcel eve döndüğünde ise hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Elbette burada bir dönüşüm hikâyesi mevcut fakat bunun da ötesinde, savaşın genç bireylerin geleceği üzerindeki önlenemez iradesi de bir tokat gibi patlıyor. Marcel’i altüst eden metamorfozu mütemadiyen onunla yaşayıp onu kendi trajedisine sürüklüyor. İkinci bölüm ise, isimsiz biyolojik annenin dul kadın’a evrilmesinden sonra ölümüyle son buluyor. Romanda adeta bir karakter gibi yer alan Puy-Larroque mezarlığı, dul kadının da son durağı oluyor ve Eleonore üzerinde hükmetmeye devam ediyor.

            Sonraki iki bölüm, Eleonore ile Marcel’in oğulları Henri ve ailesinin yaşamına ışık tutarken basit bir çiftçilikten modern dünya endüstriyel akımına dönüşen hayvancılığı aktarması açısından son derece önemli. Senelerden beri devam eden kıyım, artık ‘makinelerle’ devam ediyor. Erkeklerin dünyası bildiğimiz gibi. Kadınlar ise ruh hastalıkları, annelik, toplumsal baskılarla başa çıkmaya çabalıyor. Bu bölümde öne çıkan karakterlerden biri de Henri’nin torunu Jêrôme. Kendisini sonsuz sessizliğe hapsetmiş olan küçük çocuk, büyük-büyük annesi Eleonore ve onun kedileriyle vakit geçirmeyi çok seviyor, zirâ yaşamının son demlerinde olan Eleonore’nin de artık söyleyecek pek bir şeyi kalmamış; çekeceği acıların, ıstırabın hepsini katetmiş durumda yaşlı kadın. Romanın finalinde ise sürpriz bir gerçek bizi bekliyor. Kapağı kapattığınız an yoğun bir kasvetle hüznün yanında müthiş bir yolculuk da sizinle uzun süre kalıyor. En azından benim deneyimimde öyle oldu.

            Fransız edebiyatından ve başka edebiyatlardan çağrışımların yanında özgünlüğünü de koruyan bir roman Hayvan Hükümranlığı. Okuruna pek çok deneyimi aynı süre içinde yaşatması açısından da oldukça başarılı. Kimilerine göre sert gelen birtakım gerçekleri, kurguyla harmanlayıp bir farkındalık yaratması açısından da epey kıymetli. Yukarıda da bahsettiğim gibi, bu tarz bir metin çok az bulunur. Böylesi eserler kaçırılmamalıdır. Çevirisiyle de tadından yenmeyen Del Amo romanı, kült bir eser olarak kitaplıklarda yerini alacaktır kanımca. Edebiyatın konusu ne olmalıdır diye tartışıladursun, Del Amo bu romanıyla tartışmaları bir kenara bırakıp ismini edebiyat tarihine altın harflerle kazımıştır. Birkaç romanı daha bulunan yazarı dilerim daha fazla okuruz ileride.

            Ezcümle, “Hayvan Hükümranlığı” kaçırılmaması gereken bir edebiyat şöleni. Kendinize bir iyilik yapıp bu kitabı okuyun, kalbinizde bir iki karaktere de yer açın.