DÜNYANIN SULARI

İşte deniz, insan dışı varlıkların en anlaşılmaz olanı. İşte bu da kadın, sahilde dikiliyor, yaşayan varlıkların en anlaşılmaz olanı. Bir insan olarak, bir zamanlar yaşayan canlılar içinde en anlaşılmaz olmakla ilgili kendi kendine bir soru sormuştu. Kadın ve deniz.

Gizemleri yalnızca birbirlerine teslim olurlarsa hemhal olabilir: birbirine teslim olan iki kavrayış tarafından oluşturulan güvenden kurulu iki bilinmeyen dünyanın teslimiyeti.

Denize bakıyor, yapabildiği bu. Yeryüzünün bükülmesini göremeyen insani acziyeti, ufuk çizgisi tarafından sadece onun için kesilmiş.

Saat sabahın altısı. Sahilde sadece başıboş, tedirgin bir köpek var; siyah bir köpek. Köpek neden başıboş? Kendisi hakkında meraklanmamasının yarattığı canlı gizemden dolayı. Suya gireceği için kadın tereddüt ediyor.

Denizin enginliğine nazaran hafif olduğu için vücudu kendini sakinleştiriyor çünkü tenini sıcak tutmasına müsaade eden bu hafiflik, kumların üstündeki bir köpeğin başıboşluğuyla onu zayıf ve özgür kılan da. Sabahın altısının sessizliğinde, sakince kükreyen hudutsuz soğuğa girecek. Kadın bilmiyor ama cüret ediyor. Sabahın bu saatinde boş olan sahilde, denize girişi basit bir yaşam belirtisine dönüştürecek diğer insanlar yok etrafında. Bir başına. Tuzlu su yalnız değil, tuzlu ve uçsuz bucaksız, bu bir başarı. Öyleyse kendini denizden daha az tanıyor. Cesareti kendini tanımamasından fakat yola devam etmesinden kaynaklanıyor. Kendini tanımamak kaçınılmaz, kendini tanımamak cesaret istiyor.

Denize giriyor. Bir ritüel misali, tuzlu bacaklarını titretmeye yetecek kadar soğuk. Fakat kaçınılmaz neşe – neşe bir kaçınılmazlıktır – çoktan kıskıvrak yakalamış onu, gülümsemek aklına gelmemiş bile olsa. Aksine, epeyce ciddi. Asırlık uykusundan uyandıran, baş döndürücü bir deniz kokusu havada asılı. Şimdi düşünmeden teyakkuzda, bir avcının düşünmeden teyakkuzda olması gibi. Kadın şimdi tastamam, hafif ve keskin – aşkta karşıtlığın bir rica olması gibi, akışkan bir biçimde ona karşı çıkan, ama yine de içine alan buz gibi, sıvı bir soğukluğun içinde kendine bir yol çiziyor.

Gizli cüreti, sakin yolculuğunu kuvvetlendiriyor. Bir anda, ilk dalganın kendini sarmasına izin veriyor. Tuz, iyot, her şey sıvı; birkaç saniye kör ediyor, her tarafına akıyor, şaşkınlıkla kalkıyor ayağa, dölleniyor.

İşte şimdi buz gibi soğuk. İlerlerken, denizi ortadan ikiye bölüyor. Artık cesarete ihtiyacı yok, ritüel çoktan eskimiş. Başını denizin parlaklığına doğru indiriyor, sonra tuzlu gözlerinin önünden saçlarını çekiyor. Suyun içinde yavaşça elleriyle oynuyor, saçları güneşte anında sertleşiyor. Birleştirdiği elleriyle, kendi kendine bile açıklamamış bir insanın gururuyla, daha önce denizde ne yaptıysa onu yapıyor: avuçlarını suyla dolduruyor, nefis, büyük yudumlar alıyor.

Kaçırdığı şey tam da bu: içindeki deniz, bir adamın koyu sıvısı gibi. Şu an tamamıyla kendine eşdeğer biri. Besili boğazı tuzdan daralıyor, gözleri güneşin kuruttuğu tuzdan kızarıyor, nazik dalgalar ona çarpıp geri çekiliyor, çünkü o artık koca bir bent.

Yeniden dalıyor, biraz daha deniz suyu içiyor; açgözlü değil, daha fazlasına ihtiyacı yok. Her şeye tekrar sahip olacağını bilen bir âşık o. Güneş yükseliyor, kuruturken tüylerini diken diken ediyor, o da yeniden dalıyor: her zamankinden daha az açgözlü, daha az keskin. Ne istediğini biliyor artık. Denizin içinde hareketsiz kalmak istiyor. Kalıyor da. Su, bir geminin dış yüzeyine çarpıyormuşçasına çarpıyor, geri çekiliyor, yine çarpıyor. Kadın herhangi bir sinyal almıyor. İletişime ihtiyacı yok.

Sonrasında suyun içinden sahile doğru yürüyor. Suyun üstünde yürümüyor – ah, bin yıl evvel suyun üzerinde yürüdüklerinden beri bunu yapmıyor – ama kimse onu suyun içinde yürümekten alıkoyamaz. Bazen deniz ona karşı koyuyor, kuvvetlice geri çekiyor ama sonra kadının pruvası daha yoğun, daha sert bir biçimde ilerliyor.

Nihayet kuma ayak basıyor. Suyla, tuzla ve güneşle parladığını biliyor. Birkaç dakika sonra unutsa bile, bunları asla kaybedemez. Tuhaf bir biçimde, dalgalanan saçlarının bir gemi kazazedesine ait olduğunu biliyor. Çünkü biliyor – bir tehlike yarattığını biliyor. İnsanlık kadar kadim bir tehlike.

(“As àguas do mundo” by Clarice Lispector – 1971 yılında yayımlanan öykü kitabının – “Covert Joy” – içinde yer alan bir öykü.)

SONYAZ

çocuktum seni tanımıyordum. belime bir rüzgar kuşanmıştım ne güzeldi.” – Oğulcan Kütük

I

                                                                                                                               Flamingolara…

Derin bir sessizliğin içinden burnuma gelen kokularla uyandığımda üzerimde tarifsiz bir hafiflik hissettim. Bir an için sebebini anımsayamadıktan sonra bugünün O gün olduğunu anladım. Burnumda tüten ıhlamur kokuları, temiz çimen kokularına karışırken beyaz çarşafların arasından sıyrılarak çıplak ayaklarımı parkeye koydum. Tatlı bir soğukluk kapladı ayaklarımı, kollarımı yukarı kaldırarak gerindim. Ayağa kalkıp pencerenin yanına gittim, perdeyi aralayıp camdan dışarı baktım. Oturduğum ev giriş kattaydı; karşıdaki sokağı boylamasına görüyordu. Bu manzarayı çok seviyordum, yatak odası için bilerek bu odayı seçmiştim. Şimdi, iki yanı ağaçlarla kaplı, insansız sokak kahverengi – boz, yer yer epey kurumuş yapraklarla kaplıydı. İnsanda bir tabloyu seyrediyormuş hissi uyandırıyordu. Bir süre bu manzaranın tadını çıkardıktan sonra banyoya yollandım; ılık bir duşla tüm gözeneklerimi açtıktan sonra yumuşacık bornoza sarınıp mutfağa gittim, koyu bir kahve yaptım kendime. Bugün tüm rejimlerden uzakta olarak kendime bir ödül verecektim, hiçbir şey keyfimi kaçıramazdı. Havayı dolduran kahve kokusuyla masaya kuruldum, cep telefonumdan sosyal medyaya göz attım. Aynı can sıkıcı haberler vardı, hemen hemen dünün aynısı. Bir önceki günün de, daha önceki haftanın da…

            Fotoğrafları açarak birkaç ay öncesine ait tatil fotoğraflarına baktığımda yüzüme geniş bir tebessüm yayıldı. İzmir’in küçük ama huzurlu bir kasabasında çekilmiş fotoğraflar yüreğime bahar çiçekleri açtırdı: denizin kıyısında, iskelede oturmuş ayaklarımızı suya sokmuş, pespembe yüzlerle kameraya gülümsüyoruz, akşam bir barda, içkilerimizi tokuşturuyoruz, bir grup turiste bir şeyler anlatıyor – ne anlattığını dudaklarından okumaya çabalıyordum, iyi anımsıyorum; yabancı dilde onun kadar iyi olmadığım için tek tük kelimeleri algılayabiliyor, daha çok mimiklerine, eşi benzeri olmayan gülümsemesine dalıyordum -, bir elimizde boyoz, diğerinde çay, küçük bir masanın iki yanında oturuyoruz… Sanki birbirimizi görmeyeli yıllar olmuş gibi hissettim o an; telefonu masanın üzerine bırakıp elimi çenemin altına koydum, gözlerimi tam karşımda duran mutfak robotuna diktim. Sahi, bana bunca uzun gelen zaman hepi topu yalnızca iki aydı. Gerçi bir ay önce geleceğini söylemişti ama, işleri epey yoğun olduğundan fırsat bulamamıştı. Bir de annesinin rahatsızlığı nüksedince, gelmesi zorlaşmıştı. Görüntülü konuşurken bunu hiç dert etmemesini işaret etmiştim; o da becerebildiği kadar – bunun için uğraştığını, kursa gittiğini, videolar izlediğini biliyordum – bana karşılık veriyordu. Bazen hiç alakası olmayan bir işaret kullanıyor, beni kahkahalara boğuyordu. Nihayet fırsat yaratmıştı, yanıma geliyordu. Uzaktan da ilişki yürütülüyordu, üstelik ben kendimi pek çok konuda eksik hissederken.

            Kahve bardağını sudan geçirip bulaşık makinesine yerleştirdikten sonra hazırlanmak üzere giyinme odasına yürüdüm. Dudaklarımda çok sevdiğimiz şarkının melodisiyle: “Flamingo, when you gonna get up and go?”

II

                                                                                                                      Kurbağalara…

            Özel bir okula gidiyordum, benim gibi arkadaşlarım vardı ama yalnızdım. Sanki sadece ben lanetliydim. Ailemde hiç yoktu duyamayan; yalnızca benim payıma düşmüştü bu. Duygularıma hakim olamıyor, diğer çocukların da bunda suçu varmış gibi davranıyordum. Onlar da benden olabildiğince uzak durmaya çalışıyordu. Kendi aralarında konuştuklarını, üstelik yüzüme bakarak gülüştüklerini, görüyordum. Fark etmemiş gibi davranıyor, aralarda tuvalete giderek ağlıyordum. Kimsenin beni sevmediğini düşünüyordum. Dudaklarından okuduğum kadarıyla bana, ‘ucube’ diyorlardı. Onların gözünde bir ucubeydim, korku filmlerinden fırlamış gibiydim. Oysa ben de normal bir çocuktum.

            O sene okula bir başka çocuk nakil oldu. İsmi Ozan’dı. Benim gibi duyamıyordu o da, sessiz sakin biriydi. Diğerlerinin arasına karışmıyordu fakat benim gibi bu duruma içerlemiyordu da. Sırasında oturup çizim yapıyordu. Yaşına göre çok yetenekliydi, sadece hayal gücüyle duyguları körükleyen portreler çiziyordu. Bir gün onu izlediğimi fark etti, başını kaldırıp baktı bana; gülümsedi. Dostluğumuzu başlatan küçücük bir tebessümdü, çünkü hayatta güzel şeyler genellikle bir gülümsemeyle başlardı.

            Ozan çizim yaparken ben sessizce yanında oturur, izlerdim. Ciddi bir ifadeyle çalışır, çalışırken başka yerlere giderdi. Onun yanındayken, çocuk aklımla, kendimi korunmuş hissederdim. Diğerleri benimle dalga geçtiği için, o da dalgaların konusu olmaya başlamıştı. Bu beni rahatsız etse de, Ozan hiç aldırmıyordu. ‘Boş ver’ diye işaret ediyordu her defasında.

            Zaman içinde birbirimize alışmıştık. Bana çizimlerinin hikayelerini, nasıl tasarladığını anlatıyordu. Onunlayken güldüğümü fark ediyordum. İyi hissettiğimi…

            Bir gün benim portremi yapmak istediğini söyledi. Kabul ettim. Okulun bahçesinde, boş zamanlarda çalışmaya başladık. Kendimi özel hissettiğim nadir anlardan biriydi. Yalnızca ikimiz var gibiydik o anda. Diğer çocuklar parmaklarıyla bizi gösterip kahkahalara boğulurken, biz duymamanın avantajını kullanıyorduk. Elbette keskin gözlerim onların hareketlerini bir dedektör misali seziyordu ama Ozan’ın varlığı beni sakinleştiriyordu. Portrem bittiğinde enfes olmuştu, altına O.B diye imzalayıp bana verdi. Ben de her gece yastığımın altında onunla uyudum. Hiçbir şeyin moralimi bozmasına izin vermeyecektim. Uzun uzun yıllar dostluğumuz devam edecekti; aynı okullarda okuyacak, iş sahibi olacak, aynı evde yaşayacaktık. Artık kendimi hiç yalnız hissetmeyecektim.

            Eh, bunca güzel şey masallarda olabilirdi. Bir sabah Ozan, annesi ve babasıyla geldi okula. Okulun bahçesinde onu gördüğümde koşarak yanına gittim. Neden okula gelmediğini sordum. Gözleri bulutluydu.

            “Biz gidiyoruz,” diye işaret etti babasını göstererek, “Babam başka bir şehirde çalışacak.”

            Bir şey demeden arkamı döndüm, dolan gözlerimle koşarak uzaklaştım. Eskiden olduğu gibi tuvalete saklanıp ağladım, ağladım.

            Sonraki günlerde de ağladım, ağladım. İyice içime kapandım ama yapacak bir şey yoktu, Ozan gitmişti. Ben de söz vermiştim, bir daha kimseyle bağ kurmayacaktım.

III

                                                                                                                                   Zürafalara…

            Ozan’ın gitmesinden sonra ne ailemi, ne arkadaşlarımı, ne de diğer insanları umursadım. Benim için dünya dönmeyi bırakmıştı. Gün neyi getirirse onu yaşamaya karar vermiş, mutlu olamayacağımı kabullenmiştim. Üniversiteden sonra bir kütüphanede çalışmaya başladım. Kitapların arasında olmak, insanlarla olmaktan daha iyiydi. Mesai boyunca neredeyse kimseyle konuşmuyor, yapmam gerekenleri yapıp eve dönüyordum. Hayatım son derece sıradan bir monotonlukla devam ediyordu.

            Bora’nın kütüphaneye geldiği güne kadar…

            O gün de her zaman olduğu gibi raflar arasında kaybolmuştum. Arkamda hareket eden bir şeyin varlığını hissedince dönünce sıçramıştım. Karşımda biri vardı, elinde kitaplarla bana bakıyordu.

            “Sizi korkuttum, özür dilerim” diyen dudaklarını okudum.

            Başımı iki yana salladım, uzaklaştım. Kalbim deli gibi çarpıyordu. Ana bölüme gidip masanın ardına saklandım. Az sonra kucağındaki kitaplarla yanıma geldi, gülümsüyordu. Bana çocukluğumu anımsatan bir şey vardı gülüşünde.

            “Bunları almak istiyorum” dedi.

            Kitapları aldım, sisteme girişlerini yapmaya başladım. Bir süre sonra bana doğru salladığı elini gördüm. Başımı kaldırıp baktım. Meraklı gözlerle bana bakıyordu. Elimle kulağımı gösterdim, duyamadığımı anlattım. Dudaklarını ısırdı, yüzüne bir mahcubiyet yayıldı. Çocuksu bir masumiyetle heceleyerek, “Ö zür  di le rim!” diye heceledi. Öyle komikti ki kendimi tutamayıp güldüm. Kitaplarını, kimliğini verdim. Yeniden heceleyerek, “Te şek kür  e de rim. Ben Bo ra!” dedi. Gülerek kimliğini gösterdim. Elini alnına vurdu. İşaret parmağıyla beni işaret etti. Boynuma asılı isimliğimi gösterdim bu kez. İsmimi okudu, gülümsedi ve gitti.

            Bu an uzun bir süre benimle yaşadı. Yüreğime çocuklukta yerleşen karları eritmişti o ufacık an. O gülümseme. Çocuklara yaraşan masumiyet. Her gün, kitapları teslim edeceği düşüncesiyle işe gidiyordum; oysa daha teslim tarihine epey vardı. Birkaç gün sonra, teslim gününden önce, bir anda geldi. Kitapları teslim etti. Bana baktı, “Bir şey so ra ca ğım,” dedi, elimi kaldırdım, bir kağıt parçası çıkarıp yazdım: Dudak okuyabiliyorum. Yavaş konuşman yeterli. Gülümsedi. “Harika! İşten sonra kahve içelim mi?”  Kahve derken sağ elini fincan tutar gibi ağzına götürmesi beni güldürdü. Bir an düşünüp başımı sallayarak onayladım.

            Böylece bir akşam kahvesiyle başlayan görüşmelerimiz; bir gün onun elinde bir işaret dili kitabıyla gelmesiyle ben de aşka dönüştü. Böylece ilişkimiz başladı. İşi gereği İzmir’e taşınana kadar çoktan bağlanmıştım ona. Hayatımda ikinci kez. Bile bile lades. Ne de olsa yüreğimize söz geçirebiliyor olsaydık, insan olmazdık. Okuduğum kitaplardan öğrendiğim en romantik fikir buydu. Sonuna kadar romantik kalmamı da sanırım bu sağladı.

IV

Kuzgunlara…

            Telefonuma mesaj geldiğinde camın önünde oturmuş heyecanla bekliyordum. “Ben geldim, kapının önündeyim.”

            Midemdeki kelebeklerle kapıya doğru koşturdum. Bora oradaydı. Yüzünde alışkın olduğum sıcak gülüşü yoktu ama, bir tuhaflık olduğunu anında hissettim. Dudaklarında zoraki bir yarım tebessümle içeri girdi, bana sarıldı.

            “Nasılsın?” diye sordu işaret dilinde.

            “İyiyim, seni özledim,” diye yanıtladım.

            “Ben de” dedi Bora, gözlerini kaçırdı. Salona geçtik. Yan yana oturduk. Ona döndüm. Ellerine bakıyordu, bense dosdoğru ona. Eksik olan duyularım dışındakiler teyakkuzdaydı, bir şeyler doğru değildi. Onun bana ilk tanışmamızda yaptığı gibi elimi yüzünün önünde salladım.

            “Neyin var?” diye işaret ettim.

            “Sana söylemem gereken bir şey var,” dedi. “Sen çok çok iyi birisin. Tertemiz bir kalbin var. Çok mutlu birkaç senemiz oldu, biliyorsun ama…” Duraksadı, ellerine bir kez daha baktı. Yeniden bana bakınca gözleri dolmuştu, “İzmir’de birine aşık oldum. Senden saklamam doğru değildi ama yan yana olmadan söylemek istemedim. O yüzden ilk fırsatta…”

            Gözlerimi dudaklarından, sarsak işaretlerinden çekmiştim. Tuhaf, bir şeylerin geldiğini hissetmememe rağmen sanki kendimi hazırlamıştım o ana. Çocukluğumda, bir cümle sonra yok olan Ozan’dan beri kendimi her türlü gidişe hazırlamıştım. Gidişler benim hayatımın özüydü. Hiç giden olmamaksa bana yazılmış olan hikaye.

            “Tamam, şimdi gitmeni istiyorum. Bir daha asla beni arama. Yazma bana. Merak etme. Sadece git.” Acayipti. Bir anda içim soğudu. Bir cümleyle. Hiç yaşanmamış gibi. Bora ayağa kalktı, cebinde origamiyle yapılmış bir flamingo çıkardı, kucağıma bıraktı, gitti. Demek ki o da gitmeye çoktan hazırdı. Gitmemek için hiçbir şey yapmamıştı. Yapmayı da planlamamıştı.

            O gittikten sonra uzun bir süre öylece oturup kucağımda duran şeker pembesi flamingoyu izledim. Gönlüme koyu bir sonyaz çökmüştü. Bir anda karar vermiş gibi ayağa fırladım, yere yuvarlanan flamingoyu avcumun arasına alarak kapıya yürüdüm. Üstümü giyinip sokağa çıktım. Hafif bir rüzgar vardı, hava kapalıydı. Karşı sokağa yürüyerek yaprakların arasına daldım, nasıl ses çıkarabileceklerini hayal ederek yürümeye başladım. Yolun ortasında bir anda durdum, avcumu açıp flamingoya baktım. Usulca kaydırarak bıraktım; süzülerek yaprakların arasına indi. Kahverenginin üzerinde varlığıyla parlıyordu, sanki gülümsüyordu. Yanağımın ıslandığını hissettim. Başımı kaldırıp göğe baktım. Yağmur yağacaktı. Omuz silktim, yürümeye devam ettim. Bir kez bile dönüp flamingoya ne olduğuna bakmadan yürüyüp gittim.

SIRÇA KALP

Hande Kader’e…

Sıradan bir gün daha doğarken odanın penceresinden, alacalı renkler vuruyor içeri. Bazı nesneleri aydınlatıyor. Oldum olası severim ışık oyunlarını; bana çocukluğumu, babamın yoktan var ettiği oyunları anımsatır hep. Bugün babamı anımsamak istemezdim, gideli çok da olmadı aslında. Oysa Merih gideli epey uzun oldu. Şu kapının önünden bir hayalet misali geçip gitmişti. Bir elveda bile demeden. On dört yılı çöpe atmak bir yürüyüş kadar kolaydı işte. Yüz santimetre kareyi geçmeyen bir evin ara yollarını arşınlamak kadar…

Gözüm kitaplığın üzerinde duran tahta kutuya ilişiyor. Kendi elleriyle yapmıştı onu bana. O sıralar bir türlü kendine yer bulamayan var oluşunu el işleriyle oyalıyor, bir kursa gidiyordu. Bir akşam üzerinde ardıç kuşu işli bu kutuyu bir buket papatya ile elime tutuşturup “Bir papatyaya vurgun bir ardıç kuşunun hikâyesi bizimki de” demişti gözlerimin içine bakarak. Hayalet adımlarla kaybolan cümlelerden sadece biriydi.

Yerimden kalkıp kitaplığın üzerine uzandım, kutuyu elime aldım. Bir süredir bakmamaya çalıştığım için varlığını unuturum sanmıştım fakat er ya da geç yüzleşiyor insan anılarıyla. Kapağın üstüne işlenmiş kehribar rengi ardıç kuşunu okşadım parmaklarınla. Usulca fısıldadım: “Senin bir suçun yok ki güzelim, olmayınca olmuyor işte!” Sonra istemsizce güldüm kendime. Ömrümce karşı çıktığım yaygın söylencelerden birini dilime dolamıştım son günlerde. Olmayınca olmuyormuş işte, külahıma anlat!

Kapağı kaldırıp içindeki ıvır zıvıra göz attım. Adeta bir istifçi gibi biriktirmiştim ne var ne yok: ilk buluşmadan, sigara paketinden çıkan jelatinden yapılma bir çiçek, ilk kez verilen çiçekten kurutulmuş bir dal, ilk öpücük için kullanılmış ama artık bitmiş olan bir ruj, bir rozet, bir sinema bileti, eski bir vesikalık resmim ve bir not… onun bana yazdığı tüm notları attığımı düşünüyordum. nereden çıktı bu şimdi? Titreyen parmaklarımla sekize katlanmış kağıdı açıp bakıyorum, tek bir tümce yazılı.

“Sırça kalbin öyle narin; işte orandan öpüyorum sevgilim..”

Şırrrannk! O an duydum kırılma sesini. Demek ki sahiden kalbim sırçaydı. Ufacık bir notla kırıldı işte. Daha evvel kırıldığını sanıyordum halbuki. Daima sessiz olan adımları son kez gözlerimin önünden geçerken. yahut ismini fısıldadıkça koridora. Gözlerimi kapatıp açtıkça hatta. Sapasağlam duran kalbim şu notla mı kırıldı yani?

Kutuyu aldığım yere bırakıp notu yeniden sekize katlayarak cebime koydum. Dışarıda hava iyiden iyiye aydınlanmıştı. Üstüme ince bir hırka geçirip ayakkabılarımı giydim. Sadece anahtarımı alıp çıktım evden. Yürümek istedim. Yürümek ve unutmak. Kırılanları geri yapıştırmak mümkün değildi ne de olsa. Boşluğuna alışmak için bir yerden başlamalıydım.

Sokaklar bomboştu. Sokak köpekleri bir köşeye büzüşmüş uyuyor; özgür ruhlu kediler çöpleri karıştırıyordu. Usul usul yürüdüm. Evlerin önünden geçtim. Nice hikâyeler vardı kapıların ardında. Ne terk edişler, ne kavuşmalar, ne sevişmeler vuku buluyordu aynı anda. Ne acılar yoktan var oluyordu; ne başlangıçlar nihayete eriyordu. Öyleydi hayat, bir yerden alıp bir yere koyuyordu.

Denize kadar inmiştim dalgınlıkla. Soğuğa aldırmadan oturdum bir banka, karşıya baktım. Şu denize atsam kendimi, bıraksam dalgalar. Beni nereye götürürse götürsün. Yeni bir dünyaya belki… Merak ettim o anda; yeni bir dünyaya gitse insan, eski dünyası da gelir miydi onunla? Belki bir ardıç kuşu konardı omzuma, başımda papatyalardan bir taç. Bir başka dünyada prenses olurdum belki. Sırça bir sarayda yaşardım demir gibi bir kalple. Dört dönerdi herkes peşimde.

Kim bilirdi hayatın bir yeni dünya daha sunmayacağını? Kim bilebilirdi?