SÜR PULLUĞUNU ERKEKLERİN ÜSTÜNE

BENİM YAZARIM OLGA:

Daha Türk okurlar Olga’ya bu denli ilgi göstermemişken, yakından takip ettiğim butik yayınevi Alabanda‘dan yayımlanan Koşucular romanıyla ilk temas kurduğum an anlamıştım Olga’nın farklı bir yazar olduğunu, esasında kelimelerle de izahı pek mümkün değil. Öyle yazarlar vardır, neden seviyorsun gibi bir soruya doğru düzgün yanıt veremezsiniz, zirâ kelimeler kâfi değildir üzerinizdeki tesirini anlatmaya. Olga Tokarczuk’u ilk kez okuduğumda, hayatıma dair bir şeyleri değiştireceğini öngörmüştüm diyelim. Hareketi, akışkanlığı, değişimi, dönüşümü sevdiğimi; dahası bu yönde birtakım metamorfozlar yaşadığımı sezmiş bir romandı Koşucular – bir anlamda Olga’nın hayatıma bir yazar olarak çaktığı ilk çiviydi.

NEŞE TALUY YÜCE ÇEVİRİSİ:

Mezunu olmaktan onur duyduğum Dil-Tarih’in en saygın hocalarından biri olan Neşe Taluy Yüce, benim için Olga Tokarczuk ile özdeşleşmiştir. Leh dili deyince akla ilk gelen çevirmen elbette Neşe hoca fakat onun Olga ile ayrı bir bağı olduğu kanaatindeyim, tıpkı benim gibi. Sanki yazar Türk dilinde yazsa hangi kelimeleri tercih edeceğini, nasıl cümleler kuracağını yahut nasıl bir biçem izleyeceğini biliyormuş gibi – çevirilerin lezzeti de buradan geliyor bana göre. Okurken daima hissettiğim, ‘Neşe hoca etkisi’ tastamam bundan kaynaklanıyor. Elbette Schulz, Gombrowicz, Myśliwski gibi yazarları da enfes çevirdi fakat niçinse Tokarczuk çevirilerinde farklı bir tat var. Yazarı çok iyi tanıdığını hissettiren…

OKUDUĞUM KİTAPLARI:

Eh, ben bir yazara göz koyduktan sonra kolayca vazgeçebilen bir okur değilim, dolayısıyla Olga Tokarczuk okuduğum ilk günden itibaren ne çevrilse okurum demiştim. Nitekim öyle de oldu: Koşucular‘dan sonra Aç Gözünü Artık Yaşamıyorsun kitabını okuyup öykülerinden etkilendim. Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde son derece mistik bir deneyimdi mesela. Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler, Son Hikâyeler derken müthiş bir külliyata sahip olmaya başlamıştım.

VE NİHAYET ‘EMPÜSYON’:

Uzun bir müddettir Yakub’un Kitabı‘nı bekliyorum aslında, kitap yayımlandığından beri aldığı övgüler, hacmiyle doğru orantılı olmayan okuma süreleri ve güzel sözler beni kitaba dair heyecanlı kılmakla kalmadı, durup durup yayımlandı mı diye kontrol etmeme vesile oldu fakat Nisan 2024’te, Nobel Edebiyat Ödülü sonrası yazdığı ilk roman olan Empüsyon‘un (Timaş Yayınları) yayımlandığını görünce dayanamayıp derhâl edindim, üç günlük bir sürede bitiriverdim; böyle diyorum çünkü bitirmek istediğimi söyleyemem. Bir kere yine kendine has bir Olga romanı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim fakat böyle söylemek yeterli değil bu efsunlu roman için. Ön sözde, Neşe hocanın da belirttiği üzere büyük bir Thomas Mann hayranı Olga – pek çokları tarafından da Büyülü Dağ romanına bir selam olarak değerlendirilmiş bu roman ama temelde çok net bir fark var bana göre: Empüsyon katbekat daha şefkatli ve mistik bir roman olmuş. Duygudan duyguya okurunu zerk ederken tüm hisleri teninizde duyumsuyorsunuz. Bittabi edebiyatın bu arındırıcı özelliğini hepimiz biliyoruz ama yukarıda da bahsettiğim üzere yazar bunu her daim ‘Olga’ca’ yapıyor – arkadaşıma belirttiğim gibi Olga benim için yeşilliğin, dinginliğin ve doğanın yazarı.

Hikâye, baş karakter Mieczysław Wojnicz’in, Görbersdorf’ta bir konuk evinde kalarak iyileşmeye çabalamasını anlatıyor, ki kendisi bir üniversite öğrencisi. Babası tarafından buraya yerleştirilen Wojnicz, epeyce nahif, utangaç, travmaları olan bir genç. Bazı bölümlerde çocukluğuna dair anılarını izlerken bu travmalara nelerin sebep olduğunu görebiliyor, duyumsayabiliyoruz. Sözgelimi, kilerden bir şeyler alması için babası tarafından yollandığında onu korkutan bir kurbağa, seneler sonra zihninde yeniden ayyuka çıkıyor. Zaten romanın temel sorunlarından biri ‘baba’ – January Wojnicz (isminin pek manidar olduğunu düşündüm okurken, Lehçede nasıl bir anlamı var bilmiyorum tabii, fakat İngilizcedeki ocak ayına tekabül eden ismi, oğlu karşısındaki soğukluğu, nemrutluğu ve despotluğunu iyi bir biçimde işaret ediyor) katı kuralları olan, oğlunun üzerindeki etkisini pek de önemsemeyen bir adam, Wojnicz’in onaylanmak için can attığı bir karakter. Babasının onu görmesini istiyor, bu bile yeterli onun için, sevilmek şöyle dursun. Beni en fazla etkileyen bölümlerden olan ‘Öksürük Senfonisi’nde Dr.Semperweiß tarafından muayene edilirken, yoğun travma yaşadığı bir olay ortaya çıkıyor misâl – doktor ondan tümüyle soyunmasını istiyor fakat Wojnicz ‘dini’ sebeplerle bunu reddediyor. Bilime karşı din hiç eskimeyen bir tema olsa dahi burada baş karakterin iç dünyasına daha fazla yöneliyoruz bu temadan ziyade. Ne olursa olsun, Wojnicz’e kızamamamın nedeni sanırım babası.

Mizojini hiç eskimeyen, dünyanın her yerinde var olan, bir türlü yıkılamayan bir olgu, bu romanda da sinir harbi yaşamamın en temel sebebi, zirâ konuk evindeki çoğu erkek karakter kadın düşmanı ve bu hususta uzun nutuklar atmaktan çekinmiyorlar. Bilhassa Lukas (geleneklere bağlı bir öğretmen) ile Frommer’ın (teozof) bölümlerinde kitabı parçalamamak için kendimi zor tuttum. Bunlar daha evvel duymadığım şeyler değildi ama öyle canhıraş savunuluyor, doğal bir biçimde anlatılıyor ki, okuru ister istemez sinir harbine sokuyor. Karakterlerin temsil ettiği erillik, ataerkil sistem gibi konular ise evrenselliğini koruyor. Bu bağlamda romanı çok sası buldum fakat bu yazarın bir başarısı diye düşünüyorum, gerçekliği artıran bir deneyim. Sözgelimi, 1639’da büyücülükle suçlanan Ewa Bernhard ile Anna Tieff’in başına gelenleri okumak beni mahvetti – yine de, oradaki sarsıcılık açısından elzem buldum.

Yine romanda atmosfer kurulumu çok iyiydi, yer yer Bruno Schulz okuma hissi verdi bana. Bunun sadece hastalıklar, şifa evleri, uzak bir kasaba gibi özelliklerden olduğunu düşünmüyorum, aynı zamanda Polonya halkına, bu doğrultuda da yazarlarına sirayet eden yoğun bir hüzün var; bu da sadece karakterlere ve olaylara değil, mekânlara da yansıyor. Atmosfer kurgusu açısından mühim bir element olan mekân, gene bir karakter olarak burada karşımıza çıkıyor. Okur kendine orada ve o hislerle buluyor metin boyunca. Aralarda yer verilen fotoğraflarla da bu hissiyat katmerleniyor, yine bir Olga alametifarikası olarak karşımıza çıkıyor okurun hislerini farklı biçimlerde desteklemek.

Roman boyunca beni en fazla etkileyen karakter, Wojnicz’in bence tek arkadaşı olan Thilo oldu. Her ne kadar umutsuz vaka gözüyle bakılsa da, değindiği noktalar, insanlığa dair atıfları, sevecenliğiyle okurda bir empati temeli oluşturuyordu Thilo. Resim sanatıyla, antropoloji ve sosyolojiyle ilgili tespitleriyle esasında aklıselim bulduğum bir karakter. Bir de itiraf: beni ağlatan bir bölüm olarak on üçüncüsü – Ruhlar. (“Sarılsana bana” desem okuyanlar hemen anımsayacak…)

Her ne kadar anlatıcının kadın olduğunu öğrensek de, roman boyunca kadınların sesini hiç duymuyoruz. Çağlar boyunca sesi kısılan kadınları temsil etmesi bakımından önemli tabii fakat bazı sahneler sessize ses veriyor bana göre: Bayan Opitz’in ölümü mesela. Yahut Frau Weber ile Frau Brecht’in sessiz eylemleri. Epilogdaki kapanış. Duymak isteyene çok şey var.

NİHAYETİNDE:

Yine aşırı etkilendiğim bir roman oldu fakat bu kez avaz avaz bağıracak gücüm yok doğrusu. Bu roman sessiz bir zafer zannımca, usul usul anlatıp koyu bir atmosfer kurarak okurun zihnini puslu kılıyor. Bu yazı vesilesiyle sisleri biraz dağıtmak istedim ama pek çok sahne zihnimde capcanlı. Lukas’a, Frommer’a, Opitz’e, Rajmund’a öfkem taptaze, Thilo’ya tuttuğum yas solgun, Wojnicz’in çocukluğuna duyduğum üzüntü tuhaf – romana dair süregelen hislerimden bazıları. İşte Olga’nın böyle bir gücü var, örneklediği büyücüler gibi, korkulan, kaçınılan ve hatta örselenmeye çalışılan. Edebiyata dair yapılan yorumlarda, onun kutsallaştırılmaması gerektiğine dair ataerkil söylemlerin yoğunluğu, kadınların durumunda olduğu gibi, edebiyatın gücünden de ne kadar korkulduğunu ortaya koyuyor bence. Bırakın sizi alıp götürsün, bunda ne zarar var ki? Bunun en iyi kanıtlarından biri de Olga Tokarczuk romanları mesela. Empüsyon da bir istisna değil, yine okurunu hayal kırıklığına uğratmayan, hudutsuz hüznüyle sarıp sarmalayan, elden bırakılamayan bir roman. Birkaç gün bu etkiyle devam edeceğim gibi görünüyor…

GERÇEK ŞU Kİ:NEVİ ŞAHSINA MÜNHASIR

Jane Austen ve Amy Adams ve tabii ki Meryl için…

Daha evvel yazdığım tüm yazıları unutup buraya konsantre olmanızı rica edeceğim. Bu diyeti ödemek için neredeyse bir haftadır kıvranıyorum çünkü tastamam bir haftadır ayaklarım yere basmıyor, hülyalı hülyalı dolanıyorum. Sosyal medyanın toksik etkisinden mütevellit epeydir kenarda tuttuğum, okumayı reddettiğim, kendimce triplere girdiğim bir kitabı, ördekler,newburyport (ducks,newburryport, 2019) okuyordum son bir haftadır: aklınıza gelebilecek her yerde, tuvalette misâl yahut metroya yürürken. Böyle bir roman bu, sel gibi, taşkın gibi, heyelan gibi – okuru alıp götürüyor utanmadan, çok fazlasını talep ediyor fakat bunları yaparken yormuyor, üzmüyor, bazan kalbinizi kırıyor sadece; ufacık. O da hassas ya da duygusal bir okursanız; yahut Anıl sayesinde öğrendiğim üzere ‘naif okur’ – ben öyleyim ve utanmıyorum ki. Bağlanırım hemencecik, başka şeyler düşünemem, mütemadiyen kitapla yatar kalkarım. ördekler,newburyport da bunun ötesine geçtiğimi itiraf etmeliyim, girdaba kapıldım gittim. Hatta yemek yemeyi unuttuğum bile oldu. Abartmadan bir şeyi sevemiyorsun diyen hater‘ıma selam olsun!

Bu kitabı yazacağım fakat nasıl diye uzun bir müddet düşündüm çünkü genelde bir kitap üzerine düşüncelerimi sıralarken hiç tereddüt etmem, akar gider kalemim. ördekler,newburyport için başka bir durum söz konusu: öncesinde okuduğum hiçbir şeye benzemediği için, kelimelerin de nasıl dizileceğini bilemiyorum şu an – deneyeceğim. Gevezeliğim için şimdiden özür dilerim, bunu yapmak zorundayım. Kitaba geçmeden evvel bir ara kızdığım ama bir sosyal medya şaklabanının hatasını (kim olduğunu tahmin etmek epey kolay!) onlara mâl edemeyeceğim idealist yayınevi Yedi Yayınları‘na ve bu deli, kaçık, maceraperest romanı azimle, sabırla, direnerek çeviren Mahir Koçak‘a (her kimse) teşekkür ederek başlamak istiyorum sözlerime.

Bilindiği üzere Amerikan Edebiyatı bölümünden mezun oldum fakat tabii tüm Amerikalı yazarları bilmeme, okumama imkân yok, dolayısıyla daha evvel Lucy Ellmann okumadığımı tahmin edersiniz. ördekler,newburyport çevrileceği haberini paylaştığım zaman heyecanlanmıştım, hem yazarla tanışacaktım hem de okuduğum kadarıyla hiçbir metne benzemeyen özgün bir eserdi. Dahası, hanımefendi (Ellmann) bu kitabıyla 2019 Booker Ödülü’nde, Margaret Atwood, Bernardine Evaristo ve bizim tatlış (!) Elif Shafak’ımızla birlikte kısa listeye kalmıştı; ismini ilkin öyle duymuştum. (Buraya not düşelim: Ellman o sene ödülün Atwood ile Evaristo arasında paylaştırılmasını epey eleştirmiş, Evaristo bu ödülü kazanan ilk siyahi kadın yazardı, paranın da ödülle birlikte paylaşılacak olmasını en hafif tabiriyle aptalca bulmuş.) Lucy Ellman Amerikalı ama İngiliz, nasıl oluyor demeyelim, e Ishıguro da İngiliz değil mi? Şimdi de İskoçya’da yaşıyor. Seviyor ya İngiliz kültürünü, ne diyelim kişisel tercihi. Feminist, ekolojist, çocuk sahibi olma karşıtı bir yazar kendisi. Birçok ünlü kitabı var ama ördekler,newburyport ile sansasyon yaratmış. Küçükken heykeltıraş olmak istermiş fakat sonra vazgeçmiş, yeri gelmişken eklermiş, kadın heykeltıraşlara karşı müthiş bir mizojini varmış, sanat erkeklere daha çok yakışıyor diyormuş çok kişi, kadınlar dahil! ördekler,newburyport romanının fikri ‘aman tanrım biz doğaya ne yaptık!’ fikrinden doğmuş, Türkçesinde ‘gerçek şu ki’ diye aktarılan ‘the fact that’ kalıbını sayfanın ortasına yazmış, sonra bir sayfa boyunca bir dolu şey sıralamış, böylece biçem de kendiliğinden oluşmuş. Eleştiriler arasında pek çok kez zikredilen ‘e bu alışveriş listesi minvalindeki romanın 1000 küsur sayfa olmasına gerek var mıydı?’ fikrine şöyle cevap vermiş Ellman: ‘bir şeyi anlatmanın sınırlı sayfası mı olur? Ayrıca kırılıyorum, romanımın sekiz cümle olduğunu hesap edip durmuşlar ama benim romanım tek bir cümle!’ Gerçek şu ki, mezar taşına “BİR CÜMLE, SEKİZ DEĞİL” yazdıracakmış. Neden olmasın? Lucy Ellman’ın başucu kitapları, Virginia Woolf’un ‘Mrs.Dalloway‘i ile Galli yazar Caradoc Evans’ın ‘My People‘ isimli toplu öyküleriymiş. En büyük hayranlığı Jane Austen’a imiş (hangimizin hayranlığı yok ki Ms.Austen?) ve yazarın sükseli ironisiyle mizahının yanlış yorumlandığını düşünüyor. Ben yazsaydım dediği romansa Moby Dick (‘one hell of a book’ diyor gülerek). Yazara dair son söz onun cümlesi olsun: “Artık erkeklerin, kadınlar tarafından yazılan kitapları okuma zamanı geldi!”

Efendim bin sayfalık romanımız, temel olarak dört çocuklu bir ev hanımının düşüncelerini aktarmasından ibaret fakat bu romana ‘bilinç akışı tekniğiyle tek bir karakterin sesini duyduğumuz bir eser’ demek hem Ellmann’ın dehasına hakaret, hem de romanı küçümsemek olur, zirâ eser aslında bir düşünme eyleminin ışığında ortalama bir insanın hayat hikâyesi. Ne bir alışveriş listesi, ne de rastgele fikirlerin ardı ardına sıralanması – öyle olsaydı okurda böyle bir etki bırakamazdı. Bizim isimsiz kadın karakterimiz – ben ona Jane Meryl Amy Austen ya da kısaca Janey diyeceğim müsaadenizle – turta yaparak ev geçimine katkıda bulunmaya çalışıyor ama içsel olarak epey hezeyan dolu. Kendini utangaç, hiçbir şeyi beceremeyen, yetersiz hissediyor olsa da düşüncelerinin ışığında onun ne denli zeki biri olduğunu anlıyoruz, bunu çok net hissediyoruz da. Janey’in düşünceleri öylesine bağımlı kıldı ki beni, kendimi onun gibi düşünüyor, hareket ediyor filan buldum zaman zaman. Mizah gücü de, gözlemciliği de çok kuvvetli karakterimizin. Yumuşak karnı ise anneciği, Motif#1 isimle andığı, annesinin iki yaşında Newburyport’ta yaşadığı bir hadise. Annesi ördekçiklerin peşinden cup suya düşüyor, neredeyse boğulacakken kurtarılıyor. Janey’in imgelem gücünün kaynağı kendisine annesi tarafından aktarılan bu travmatik olay. Kezâ, Janey’in müthiş bir biçimde hissetiği boğulma, kısılma, hapsolma hissine dair bir metafor. Metinde üç kez zikredilse de, bunun ağırlığını hissediyoruz bin sayfa boyunca (“ördekler,Newburyport”) – Amerikan yaşam tarzının hemen hemen tüm ögelerine dair atıflarla bezeli olsa da, esasında dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan bir bireyin, bilhassa kadınların, yaşantısına da ışık tuttuğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yani kalkıp da Amerika’ya dair şunlar bunlar var, kısaltmalar var, zor okunur gibi yorumlara katılmıyorum, ben aşina olduğum için daha kolay okudum gibi bir tezim yok, her tip okurun keyif alabileceği noktalar var.

Biraz da karakterleri inceleyelim mi? Bol karakter fakat hepsi ilginç, Janey’in fikirlerinde, hislerinde, duygularında yer eden kişiler:

Annecik – Babacık: İsimlerini öğrenemediğimiz anne ve baba, Janey için en fazla şey ifade eden kişiler. Babacığı biraz sert, alkol almayı seven, mesafeli sayılabilecek bir adam. Annesi hastalıklardan muzdarip olduğundan ölümü beklenirken tak diye ölüp gidiyor adam, annesini de Janey’e emanet ediyor, ki bunu demesine gerek yok, bizim kız zaten anneciğine âşık. Bir dolu anne tanımlamasını içinde barındıran, küçük kızın en mutlu olduğu anda mesafesiyle Janey’de travma yaratmış biri. Kızına kitaplar okutmuş fakat en fazla Jane Austen aşkı aşılamış, gerçek şu ki annesi en çok İkna kitabını seviyor.

Leo: İkinci koca. Dal gibi, zayıf, memeleri olmayan karısını çok seviyor. Janey her şeye rağmen Leo’nun onu sevmesine, desteklemesine hayran, gerçek şu ki, kocasına – ikinci – âşık fakat yine de, olur olmadık zamanlarda tırnaklarını kesmesine gıcık oluyor. Stacy’nin malûm olayındaki ağlamasından sonra hiç ayrılmayacaklarına emin (romana dair spoiler vermek istemediğim için olayı söylemeyeceğim fakat ritmin değiştiği bir bölüm, burada yazarın da ne kadar yetenekli olduğunu bir defa daha anlıyoruz) – Leo’nun ortalama bir kocadan daha iyi olduğunu net olarak söyleyebiliriz.

Çocuklar: Dört çocuğu var Janey’in: Stacy (ilk kocası Frank’ten – ne ondan ne de ondan önceki sevgilisi Chuck’tan bahsedeceğim, üzgünüm beyler sizi hafızamdan silmek isterim mümkünse, hele sen Frank) on beş yaşında, ergen, annesiyle en fazla çatışan fakat romanın sonunda okuru ters köşeye yatıran bir çocuk; Ben dokuz yaşında, bilgisayarında porno resimleri olan, annesinin porno dünyasına dair her şeyi kısa zamanda tüketeceğine endişelendiği, deli fişek bir çocuk; Gillian sekiz yaşında, dışarı çıkmaktan korkan, evde vakit geçiren, nispeten ılımlı, kendi hâlinde bir kız; Jake ise en küçükleri, annesi banyoda ağlarken ‘neyin var anneciğim?’ diyecek kadar duygulu. Sanırım Janey’e en yakın bulduğum çocuğu, tabii büyüyünce ne olur bilemem.

Dişi Aslan: Roman boyunca ikinci bir damardan ilerleyen dişi aslan hikâyesi var, bu da bence romanın mühim bir karakteri, yeni doğan yavrularını koruyup kollamak için uzun bir yolculuğa çıkacak kadar gözü pek, aslında Janey’in tam zıt karakteri olarak konuşlandırılmış, kendini ne denli kırılgan hissettiğini iyi bir biçimde vurguluyor. Belki karakterimiz annelik tanımında ‘dişi aslan’ yerine ‘korkak aslan’ yazılı diye düşünüyor olabilir ama aslında her şeye rağmen ne denli güçlü olduğunu adım adım izliyoruz. Kaldı ki anne olmak bile istememiş bir kadın o.

Diğer Karakterler: Janey’in anılarında filan yer eden pek çok karakter de var tabii: Phoebe ve Ethan, Cathy, Moira, Ronny (pislik) – ve tabii evcil hayvanlar, Batsheba, Pepito, Pierre ve Jim.

Benim için romanın en ilgi çekici yanı, Janey’nin okuduğu kitaplar ve izlediği filmler. Özellikle bir film ve iki aktristin bu kitapta anılması beni göklere çıkardı. Orada âşık oldum sanırım bu esere. Dünya üzerinde en sevdiğim aktris Amy Adams – tabii bir de dehasına inandığım Meryl Streep var. İkisi de var bu romanda! Hele Meryl’a öyle hayran ki karakterimiz, tastamam otuz dört defa ondan bahsediyor (sayfalar:32, 121, 160, 201, 203, 205, 234, 248, 387, 491, 515, 523, 562, 575, 576, 767, 774, 892, 893, 934 ve 990) ve çok sevdiğim fimleri Nancy Meyers imzalı It’s Complicated ile Julia Child’ı canlandırdığı Julie&Julia sayfalarda karşımıza çıkıyor(yönetmeni Nora Ephron ki öldüğünde epey üzülmüştüm). İki filmi de pek çok defa izledim, her defasında büyük keyifle hem de; Janey de öyle tatlı tatlı anlatıyor ki, bilhassa It’s Complicated filminden ve Alec ile Steve’den ve hatta Agnes Adler’dan. Boş ol, boş ol boş ol Agnes ama Steve varken sen kimsin?

Meryl’ın dünyanın en iyi oyuncusu olduğunu hangimiz inkâr edebiliriz ki? Nitekim Janey de nasıl her filmde oynayanın aynı kişi olamayacağını açıkladığı bir kısım var, e tabii ki, bir defa gelir dünyaya böylesi. Üstelik yengeç burcu, bundan daha havalı ne olabilir? Bakınız:

Biraz da atıfta bulunulan yazarlara bakalım: Bir kere Jane Austen zaten hemen hemen her yerde, tüm karakterlerine denk gelen birtakım olaylar da oluyor Janey’in hayatında. Laura Ingalls Wilder‘a takıntılı çünkü hayatta hiçbir şeyin, onun romanlarındaki gibi dört dörtlük olmayacağını, çünkü insanın kusurlu olduğunun bilincinde. Sözgelimi, Wilder’ın Küçük Ev romanında hiç kimsenin tuvalete gitmediğini söyler, ne yani çişi gelmiyor mu karakterlerin? Robert Frost‘un meşhur şiiri de karakterimiz için önem arz eder, zirâ hayatı daima çatallı yollardan oluşmuştur, hep karar vermekte zorlanır, şiddete başvuran adama bile sesini yükseltemez. Brontë’leri anmayı da unutmaz ve annesinin okuduğu Susan Sontag‘ı (Doris Lessing ile karıştırıyormuş) ve Rachel Carson (Lucy Ellman’ın yeteri kadar konuşulmadığını düşündüğü bir yazar) ve Anne Tyler, Slyvia Plath, Emily Dickinson, Mark Twain, James Baldwin. Daha da var fakat bu kadar yeterli.

Bir de bol bol film izliyor hâliyle, bazan Stacy’e de izletiyor fakat kız yanaşmıyor. Colin Firth’e aşık olan Stacy, King’s Speech filmini tercih ediyor, oysa Janey’e kalsa Pride and Prejudice‘nin Mr Darcy’sinin yerini ne tutabilir? Şimdi biraz da hizmet olsun diye romanda bahsi geçen filmleri sizin için listeleyeyim (akşam ne izlesem diye düşünen varsa diye):

  1. Some Like It Hot (1959)
  2. Gone With the Wind (1939)
  3. It’s Complicated (2009) – izlemeyen kaldı mı ya? Püüüh.
  4. The Contender (2000)
  5. Julie&Julia (2009) – istirham edeceğim!
  6. Heartburn (1986)
  7. When Harry Met Sally (1981)
  8. Titanic (1997)
  9. Witness (1985)
  10. The Accidental Tourist (1988)
  11. North by Northwest (1959)
  12. Bigger Than Lİfe (1956)
  13. Sleepless in Seattle (1993)
  14. The Apartment (1960)
  15. Groundhog Day (1993)
  16. The Grapes of Wrath (1940)
  17. The Stepford Wives (2004)
  18. Now, Voyager (1942)
  19. Dr.Jivago (1965)
  20. Casablanca (1942)
  21. It’s a Wonderful Life (1947)
  22. Annie Got Your Gun (1950)
  23. King’s Speech (2010)
  24. Speed (1994)
  25. There’s Always Tomorrow (1956)
  26. Fantastic Voyage (1966)
  27. The Odd Couple (1968)
  28. His Girl Friday (1940)
  29. Psycho (1960)
  30. Vertigo (1958)
  31. Erin Brockovich (2000)
  32. Imitation of Life (1959)
  33. You Can’t Take It With You (1983)
  34. Mary Poppins (1964)
  35. Brokeback Mountain (2005)
  36. Double Indemnity (1944)
  37. Sound of Music (1965)
  38. The Addams Family (1991)
  39. Captain Phillips (2013)
  40. 12 Angry Men (1957)
  41. Green Card(1991)
  42. Houseboat (1958)

Evet efendim, nefis filmler var. İzlemek isteyen olursa kullanabilir. Bizim Janey de çok atıfta bulunuyor bu filmlere zaten.

Romanda önemli yer tutan şeylerden biri de Amerika’daki şiddet olayları. Ara ara bahsedilen şiddet eylemleri, insanın kötücül yanına işaret ederken ne zaman başımıza ne geleceğini kestiremeyeceğimizi de gözler önüne seriyor. Aynı zamanda, kadınlara yönelik şiddetin de müthiş kıvrak bir dille eleştirildiğini söylemem gerekiyor fakat eminim, bu romanın kadın okurlar üzerindeki etkisi daha farklıdır. Ataerkil, habis ve şiddete meyyâl bir dünyada kadın olmak epey zor, bunun klastrofobisini metin boyunca okur hissediyor.

Aynı zamanda siyasi eleştiri de had safhada. 160 defa bahsedilen Trump’la birlikte Hillary Clinton da eleştiriliyor, bu da esasında şu demek, politikacının iyisi filan yok, hepsi aynı. Amaçları insanların acılarından pay çıkarmak, kadınları ve çocukları kullanmak, tüm acıları, hüzünleri siyasete alet etmek filan. Tavuklar bile daha iyi Janey için, nitekim tavuklardan epey bahsediyor romanda. Artı, ebeveyn olmaya dair tespitler çok doğru, anne-babalığın kutsallığını yıkan bir tarafı da var aslında romanın. Böyle bir roman yazmanın da başkaldırı olduğunu söylemek mümkün, sadece roman sanatına değil, tüm basmakalıp fikirlere. Bu açıdan eşi benzeri olmayan bir eser.

Didik didik edilebilecek, her satırından müthiş çalışmalar yapılabilecek, makaleler yazılabilecek bir roman ördekler,newburyport fakat tadında bırakmakta fayda var, günümüz dünyasında zamanın bu kadar meta olması üzerine, kim uğraşacak değil mi bunlarla? Rezonans Kanunu (italik yazmayacağım kusura bakmayın!) okuyup auramızı temizlemek varken? Söyle bakalım Stacy, o tırnaklar ne işine yaradı? Onun yerine nefs-i müdaafa kitabı nasıl da her şeyi değiştirdi, değil mi şekerim? Bir haftada bitirmeyi elbette istemezdim, uzun bir vakte yayılmasını isteyebileceğiniz bir deneyim bu romanı okumak. Janey’nin öyle hoş bir mizah anlayışı var ki, bazı cümlelerine birkaç gün güldüğüm oldu (“Brontëler’in hiç taze portakal suyu değmiş midir ağızlarına”) – bu minvalde kendi kendime espriler bile yaptığım oldu (“Roma yanarken lir çalma be”) vesaire. Bu romanın okunması lazım ama okunsun diye değil, keyif almak için. Benim gibi okurlarsa ‘zevkten dört köşe’ olur okurken, eminim. Benim için Yapraklar Evi‘nin yanına, bu zamana değin okuduğum en iyi romanlar arasına dalış yaptı. Belki size de güzel anlar yaşatır ne dersiniz?

Not: Çevirmenin notu çok yerinde, ‘gerçek şu ki’ kalıbını eğreti bulmadım, bilakis metne çok yakışmış. Dahası, karakterin gerçeği arayıp bulamamasına gayet uygun.

Not: Blythe Danner’dan bahsetmedim, çok sevdiğim bir oyuncu. Onun da bu romanda adı anılmış, ne tatlı. Ayrıca bu isimde bir aktris olmak çok havalı, düşünsenize bılayth denır – oh yeah!

Romandan sonra ben:

gerçek şu ki, lucy, seni tanımıyordum ama tanıştığımıza memnun oldum, gerçek şu ki, bu kadar da beğeneceğimi bilmiyordum, daha çok da beğendim, pek çok, Amy Adams’dan kim bahseder romanında diye düşündüm, bu bir işaret dedim okurken, sonra Meryl filan da, gerçek şu ki, bu benim için büyük bir keyif lucy, sen anlamazsın, baban da yazarmış, hem de Joyce uzmanı, ben Joyce sevmem ki, Ulysses’i yarıda bıraktım, Tutunamayanlar’ı da, ne fark eder ki, baban severek çalışmadı belki, gerçek şu ki sayende öğrendim, Jane Austen’ın otuzdan fazla yeğeni varmış, belki de bundan evlenmedi kadın, yazık oldu, Becoming Jane, hepimiz bir gün olacağız Austen, gerçek şu ki, mesela, Jane Fonda’nın annesi intihar etmiş, Holly Hunter ve Frances McDormand ev arkadaşı olmuş bir süre, kadın kadına, iyi bir fikir ama makyaj sırası gelir mi ki, ya da çekimdedir biri belki, öbürü de evde, o rol neden bana gelmedi diye üzülür, ki muhtemelen Holly, gerçek şu ki, oyuncuları takip etmeyi çok seviyorum fakat en çok Meryl, dame Streep ya, her rolde muhteşem olmak zorunda mısın, Doubt gibi, nereden geliyor bu yetenek, Mary Louise Parker, tamam, gerçek şu ki, ellmann alışılageldik bir soy isim değil fakat lucy ellmann demek çok eğlenceli, gerçi kendisi pek sevmiyor herhalde, hissiyat diyelim, gerçek şu ki, Booker alsa daha mutlu olurdum, o vakit Atwood’a sevindimdi ama tabii tanımıyordum seni, lucy, şanssızlık işte, gerçek şu ki tanımamam daha iyi, kimi desteklesem kaybediyor, sen tanımazken de kaybetmişsin, boş ver, ördekler var, tavuklar da, gerçek şu ki kitabı çok sevdim, hep de seveceğim, yine okuyacağım ve ismini anacağım canım benim, seni özleyeceğim, gerçek şu ki hep birilerini özlerim, kitapları, filmleri, Amy’i ve kendimi, şimdi gidiyorum ördekler,newburyport – hoşça kal.

MEMENTO ÖLÜM

2009’da, üniversitede Latince dersi aldım. İki dönemi de AA ile geçerken tahtaya kalkıp çevirileri yazmak çok keyifliydi. Tabii tüm öğrencilerin kesinkes bildiği iki cümle vardı: “Cogito ergo sum” – düşünüyorum öyleyse varım ile “memento mori” – ölümü hatırla. Pek çoğunun ilgisini çeken, Descartes’ın halk arasında envai çeşit espriye malzeme olmuş cümlesiyken, ben memento mori’de kalmıştım. Hakikaten insan yaşarken ölümü unutuyordu diye düşündüğümü anımsıyorum. Dahası, bu anlamlı (!) cümleyi dövme yaptırmak niyetindeydim. Üstüne yıllar bindi, cümle bilhassa gençler arasında ezber oldu, ben de dövme fikrinden vazgeçtim. 2018 senesinde, Ayfer Tunç’un Can Yayınları’ndan romanı “Aşıklar Delidir ya da Yazı Tura” isimli romanıyla bir kez daha eski günleri yad ettim, zira romanın odak noktası memento mori idi – karakterler ölümle hemhal oluyordu bol bol. Dönem dönem karşıma çıkan bu kavram, en nihayetinde, bu sene bir Muriel Spark romanı olarak geri döndü yaşamıma.

Yakından takip ettiğim Siren Yayınları’ndan yeni bir kitap haberi alınca mutlu oldum. Üstelik bir Püren Özgören çevirisiydi. Muriel Spark’ın 1959 senesinde çıkardığı “Memento Mori” isimli romanı, geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Öncelikle kapak tasarımı için Nazlım Dumlu’ya teşekkür etmem lazım, ilk görüşte aşk denebilir. Nefis bir kapak tasarımıyla çıktı kitap. Limbosfer kanalının sahibi, sevgili dostum Caner Can Turan bu kitabı bana armağan etti ama kitap gelene kadar dört döndüm, epey merak ediyordum.

Kitaba geçmeden evvel, Muriel Spark’tan bir parça bahsetmek lazım diye düşünüyorum. İskoç yazar Dame Muriel Spark, kurgu yazarlığına geç başlamış biri. Evvela, Mary Shelley ve Emily Brontë üzerine eleştiriler yazarak başlıyor. Bunu, kendi şiirlerini yayımlaması izliyor. İlk romanı The Comforters’ı 1957’de, otuz dokuz yaşında yayımlıyor. Epeyce geç bir yaş olsa da, kurgu dünyasına sağlam bir giriş yapıyor. Bunu da, 1959’da yayımlanan Memento Mori izliyor, ki pek çoklarına göre Spark’ın ilk başyapıtı. Onun edebiyatı içim mühim bir dönüm noktası da, 1954’te, Katolik Kilise’sine bağlanmış olması. Yapıtlarında yaşam ve ölüm, inanç krizi, insan olmanın erdemi, yalnızlık, çaresizlik gibi konular bu bağlamda önem kazanıyor. Graham Greene, Evelyn Waugh gibi yazarların da Spark’a büyük hayranlık beslediğini eklemek lazım.

Bu noktada, Memento Mori romanına kaynak sağlayan anekdotu da aktarmalı: Spark dokuz yaşındayken, büyükannesi Adelaide Hyams, Edinburg’a gelip Muriel’in odasına yerleştirilir, hastadır. İki kez kalp krizi geçirir, böylece bakıma muhtaç bir hale gelir. Onun bakımına yardım eden Muriel, insan yaşamının ne denli kırılgan olduğunu, yaşlanınca bakıma muhtaç olabileceğini, ölümle olan mücadelesinde epeyce zayıf kaldığını fark eder. Daha sonra belirteceği üzere, bu deneyimi bir romana evrilir.

Roman, 1950 İngiltere’sinde yaşayan, pek çoğu altmış yaşın üstünde bulunan karakterlerin dünyasını anlatıyor. Böyle söyleyince ilgi çekici gelmiyor kulağa fakat olaylar, ana karakterlerden biri olan Dame Lettie Colston’ın, kaynağı belirsiz birinden aldığı telefonlarla başlayıp müthiş bir keyifle ilerleyince değişiyor. Arayan kişi tek bir şey diyordur: “ölümü hatırla”. Aslında roman boyunca görünür bir biçimde ölümü hatırlar karakterler, yazar da, sık sık gerçekleşen ölümler aracılığıyla bize bunu unutturmaz. Ölümün, yaşamın ana göstergesi olduğu metin boyunca ince ince işlenir. Nitekim, Spark, bir söyleşide, “Ölüm olmasaydı, yaşam daha da anlamsız olurdu, ölüm yaşamı görkemli kılıyor,” diyecektir.

Bir diğer önemli karakter ise Charmian (Piper) Colston’dır. Charmian, çok ünlü bir roman yazarı olmakla birlikte, son dönemde bunama belirtileri gösterdiği için kocasının (Dame Lettie’nin erkek kardeşi Godfrey) bakımına muhtaçtır fakat çok yardımsever bir adamla karşılaştığımız söylenemez. Karısını küçümseyen, her fırsatta ondan uzaklaşan, bakımını başkalarına yıkan bir adam vardır karşımızda. Birtakım hazlarla, ölümden kaçıp yaşamı kucaklamaya çalışsa da, ne denli zavallı bir adam olduğu barizdir. Romanın en belirgin özelliklerinden biri de, tüm karakterlerin, bir biçimde birbirine bağlı olmalarıdır. Salt akrabalık ilişkileriyle değil, İngiliz sosyetesinden, yasak aşklardan, yahut edebi dünyadan yana birbirleriyle ilintilidir hepsi. Sözgelimi, Colston’ların ahbabı Lisa Brooke’un kocası Guy, Charmian’ın eski aşığıdır; yardımcısı Mabel Pettigrew ise, Charmian’ın yeni yardımcısı. Roller değişse de, bağlantılar sabit kalır. Colston ailesinin eski yardımcısı Jean Taylor ise bir bakımevinde kalsa da, ziyaretine gelenler aracılığıyla tüm olayların içindedir, belki de aranan kara kutudur.

Muriel Spark romanlarının alameti farikalarından biri de, bir karakterin mutlaka bir yazar ya da gazeteci olmasıdır. Burada Charmian çok ünlü bir yazarken, oğlu Eric de annesini kıskanan başarısız bir yazar olarak sahneye çıkar. Bir diğer karakter Alec Warmer ise, okuyucunun bilgilerini taze tutmak için notlar alır, tüm karakterleri ince detaylarla hususi defterine not eder. Yazmak, bu romanın hatrı sayılır bir biçimini oluşturur. Sadece romanlar veyahut notlar yazılmaz üstelik, yaşlı insanların adeti olduğu üzere bol bol vasiyetname de yazılır.

Jean Taylor’ın kaldığı bakımevinde başka yaşlı kadınlar da vardır, bu kişiler ‘nine’ olarak adlandırılan karakterlerdir. Romanın en eğlenceli, en komik sahneleri bu bölümlerde yer alır. Bu roman, bir Shakespeare oyunu olsaydı, ninelerin görevi koro olurdu. Yer yer ortaya çıkıp metni zenginleştiren, nüvesini oluşturan kara komediyi sağlamlaştıran bölümler bunlar. Her bir ninenin farklı bir özelliği, farklı bir tuhaflığı vardır. Öyle ya da böyle, hepsi ölümü hatırlar, ölümle mücadele eder.

Romanın başında, sanki bir gizem yahut bir dedektiflik hikayesi okuyacağını düşünen okur için bol karakterli, komik, karmaşık bir yola evrilen metin, güçlü diyaloglarla ilerler. Spark’ın, diyalog kurma ve karakter oluşturma konusunda özel bir yeteneği olduğu aşikar. Bu romanda da, bütün karakterler nevi şahsına münhasır, özellikle olayların gizemini artıran manipülatif karakterimiz Mrs. Pettigrew.

Bu romanın en büyük başarısı, yaşlılık üzerine farklı görüşleri ortaya çıkarmasıdır bana göre. Her bir karakterin ölümle yüzleşmesinde, insan olmaya dair bir farkındalık yatıyor. Her bir birey, yaşamının farklı bir döneminde öleceği gerçeğiyle burun buruna geliyor; kimi bu fikirden korkuyor, kimiyse bunun rahatlatıcı bir fikir olduğuna inanıyor. İnançların da ölüm fikrine dair epeyce etkisi olduğu yadsınamaz, ki Spark da, romanında bunu alt metin olarak okuruna sunuyor. Sonradan dahil olduğu Katolik Kilise inancı da, bazı karakterlerinde belirgin durumda.

Toplumda, bilhassa sosyetede, sosyal statü, maddi durum gibi farklılıkların önemi de çok iyi bir biçimde kurguya dahil edilmiş. Miras davaları, kadın-erkek ilişkileri, aile mefhumu, kadın olmak gibi hususlarda ince bir mizah, müthiş bir de gözlem gücü yansıtılmış metinde.

Romanın acaba nereye varacak’tan ama olsun çok keyifli’ye dönüşen okumasına nefis bir final eşlik ediyor. Bir noktada öyle bir şey oluyor ki, Spark okurunu irkiltmeyi başarıyor. Eh, bunca başarılı şeyi aktaran bir yazardan da daha azı beklenemez doğrusu. Memento Mori, yaşlılık ve ölüm üzerine çok güçlü bir roman bence, an itibariyle de, Muriel Spark’ın en sevdiğim romanı konumuna geldi. Sadece keyifli okuma sunmuyor metin, aynı zamanda insan olmak üzerine düşünmemizi de sağlıyor. Muthiş bir çeviriyle dilimize aktarılan roman, uyguladığı kara komedi açısından da iyi bir örnek teşkil ediyor. Son dönemde yayımlanan en iyi romanlardan bir tanesi kesinlikle, ayrılan zaman değer.

Hamiş: AMAN HA, SİZ YİNE DE MEMENTO MORİ YANİ…

BUZ ERİR – ER YA DA GEÇ

Beş yüz sayfalık bir romanı iki günde bitirmek çok yaptığım bir şey değildir fakat bir okur olarak, bir kitap tarafından esaret altına alınmaya çok müsait olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Yerli edebiyatımız tarafından pek çok kez hayâl kırıklığına uğratılmış biri olarak – en yakın mağlubiyetim geçtiğimiz hafta yaşandı – ilkin ihtiyatlı davrandığım söylenebilir. Mayıs 2023’te, İthaki Yayınları etiketiyle çıkan Uğur Deveci‘nin Buzdan Top isimli romanı. Hem beş yüz sayfa, hem de bir erkek yazar tarafından kaleme alınmış yerli bir romana karşı mesafeliydim bu ara. Hele ki en son okuduğum iki yabancı roman (Dersler ve Kairos.) beni derinden etkilemişken. Fakat hem yazarın haziran içinde Ankara’da söyleşisinin olması, hem de iflah olmaz merakım yüzünden başladım okumaya.

Beş parmağın beşi de bir değil derler; beş insanın beşinin de bir olmadığı gibi. Bu bir gerçek, bunu gündelik hayhuy içinde unutuyoruz. Buzdan Top romanı da, bu birbirine benzemeyen beşin katlarındaki insanların bir araya getirildiği sarmal bir hikâye. Karakter derinliği açısından epey geniş bir yelpaze sunulmuş okura, hemen hemen bütün karakterlerin kendine özgü bir yolu, yaşamını bir yönlendirme biçimi var. Bu bakımdan, beş yüz sayfanın bölümleri birbirinden epey farklı. Romanda bahsedilen tüm karakterlerin yolculuğu, katman katman birbirine bağlanmış durumda fakat bunu ayyuka çıkarmadan, peyderpey yapan bir anlatımla karşı karşıyayız. Yapboz parçaları gibi etrafa saçılmış olay örgüsünün nasıl toparlanacağını merak etmek de aslında okuru sayfalara bağımlı kılıyor. Rahatlıkla söyleyebilirim ki bu, içine doğru açılan bir öykü; açtıkça derinleşiyor, derinleştikçe farklılaşıyor, farklılaştıkça zenginleşiyor.

Yazarın tutturduğu dili, yaşadığı Ege bölgesi gibi sakin ve dingin buldum. Okuru yormadan, meramını doğru bir biçimde aktaran, özenli bir anlatımı var. Metinlerarasılık göze çarparken, yazarın beslendiği kaynakları da ortaya seriyor diyebiliriz. Oğuz Atay, Sevgi Soysal, Clarisa P. Estês, Cervantes, Italo Calvino selam gönderilen, saygı duruşunda bulunulan yazarlardan bazıları. Ankara’yı içeren bazı kısımlarda bariz bir Sevgi Soysal havası var. Bu da, Türk edebiyatının en cesur seslerinden birini yeniden anımsamamıza vesile oluyor.

Olay kurgusu, yer yer dağılıyor gibi görünse de, ritmin düşebileceği yerlerde çeşitli sürprizler ve ters köşelerle, okurun dikkatini daima teyakkuzda tutuyor yazar. İtalik yazılan birtakım kelimeler, dikkatli okuruna rehber niteliği taşıyor diyebilirim. Her daim tartışılan etkin okur olma yolunda iyi bir adımlama gibi Buzdan Top‘u okumak.

Beş yüz sayfa boyunca isimler havada uçuşuyor: Fuat, Irmak (aka Rosa), Adras, Vefâ, Ülfet, Karakuzu, Hasan, Halil, Ece, Hatice, İsmet…fakat öyle bir an geliyor ki, bütün isimler o büyük resimde doğru yere konuşlanıveriyor. Çok karakterli, çok sesli bu tarz romanlarda, bazan senkranizasyon tutmadığı için, havada kalan şeyler olabiliyor fakat bu durum, Buzdan Top için geçerli değil. Her karakterin, irili ufaklı bir rolü var hikâyede, roman nihayete erdiğinde her şey yerli yerine oturuyor. Belli bölümlerdeki kara mizah, esere güzel bir tat katıyor doğrusu çünkü doğru yapıldığında, tadından yenmeyecek bir teknik.

Bir insanın yaşam döngüsünü odağına alan bir roman diyebilirim rahatlıkla, bölüm isimleri de bunu kanıtlar nitelikte: Yollar, İnsanlar, Sokaklar, Oyunlar,, Buluşmalar – yine 5 rakamının büyüsü. Yaşamın beş döngüsü. Beş parmağın beşi de bir değil. Beş yaşamın beşinin de bir olmadığı gibi. Ancak bu birbirine benzemeyen yaşamlar, an gelir birbirinden bağımsız düşünülemez. Aslında bu da, yaşamın doğasında var. Fuat’la Ülfet’in kesişen yazgıları gibi yahut Muhlise ile Ece’nin paylaştıkları öfke dolu dakikalar gibi. İkisinden de vazgeçemeyeceğin bir an gelebilir.

Denizden yükselen ahenk, ciğerin cızır cızır kokusu, dondurmanın soğuk buharı, çileğin üzerindeki pütür pütür dokunun tende bıraktığı iz…tüm bunlar roman boyunca okuru bekleyen etkileşimler. En azından benim deneyimimde tastamam böyle oldu. Ayrıca, kitapların çok önemli bir yer tutması beni gülümsetti çünkü kitapların dünyası bambaşka. Ülfet’in sandığında, yalnızca kitaplarla yaşayabiliriz diye düşünüyorum.

Romanın finalini, gidiş yoluna uygun bulduğumu söyleyebilirim. Sürprizle bitirmek, tam da karakterlerin inişli çıkışlı, pek çok yönüyle tuhaf yaşam çizgilerine uygun. Okurunu ters köşeye yatıran bir final olduğu aşikâr. Romanı okuyan birçok okurun beklemeyeceğini düşünüyorum böyle bir sonu.

“Gün ne zaman biter? Güneş bir tepenin ardında kaybolmak üzereyken som altından incecik tırnağa dönüşüp göz kırpar gibi battığında mı? (…) Bir saatin yelkovanı yirmi dört tur atınca mı? Kaç tane yelkovanlı saat kaldı ki? Ömür satılan ve karşılığında para alınan, adına da işyeri denilen yerlerden çıktığımız vakit mi biter gün? Öyle olmadığını hatırlayan kaç özgür insan kaldı ki?” (sf.248)

Bir noktada şöyle diyor Vefâ: “YALAN ZAMANSIZDIR” – evet, yalanlarımız, hayatlarımız hepimiz burada, aynı evrende; bir karpuz desenli kamyonun içindeki buz gibi bir haznede, kendi EL’lerimizle yarattığımız müthis cennet/cehennem yaşamlarımızda nefes almaya devam ediyoruz. Bu romanla, yazarın da irdelediği genel düşüncenin bu olduğunu düşünüyorum. Hepimiz sıradanız fakat aynı anda, bu sıradanlık içinde yekpareyiz. Parmak izlerimiz de birbirine benzemiyor, dondurmanın üzerinde iz bırakan dil izlerimiz de. Günün sonunda, hepimiz ‘yıldızlar kadar uzak, yıldızlar kadar bir aradayız’ ve son kertede, buzlar eriyecek, biz sulara kavuşacağız – her gün etrafımızda gördüğümüz insan panoramasının, beş yüz sayfalık duru bir anlatımını bulacağınız Buzdan Top isimli romanı şiddetle öneririm.

Sonsöz niyetine: ER YA DA GEÇ ELLERİMİZ KAVUŞACAK.

TÜRLER BOYU KADIN

Hint edebiyatı deyince aklıma pek bir şey gelmiyor, ne yalan söyleyeyim. Okurlar arasında bir parça popüler olduktan sonra okuma grubunda okuduğumuz Arundhati Roy’un, Küçük Şeylerin Tanrısı hariç eserlere de pek hâkim değilim esasında. Ne sinema, ne edebiyat. Uzak sayılırım. Fakat iki gün içinde okuyup bitirdiğim bir kitap var ki, üzerine muhakkak bir iki şey yazmalıyım dedim: Namita Gokhale’nin Alakarga Yayınları’ndan, Çiğdem Akıncı çevirisiyle çıkan Gölgeler Kitabı isimli romanı.

Öncelikle biraz yazardan bahsetmeli. Daha evvel iki kitabı Türkçeye çevrilen Gokhale, 1956 Hindistan doğumlu. 21 adet yayımlanmış kitabı var; bunların on bir tanesi kurgu eser. İlk kitabı Paro: Dreams of Passion, 1984 yılında yayımlanıyor ve çok seviliyor. Aynı zamanda Jaipur Edebiyat Festivali’nin de hem kurucu üyesi, hem de yöneticisi. Yazınındaki çeşitlilik ve metinlerarasılık okurlarını en fazla etkileyen unsurlar. Klasik Hint kültürü ve folklorundan, çocuklar için mitolojiye; Kast sisteminden kadınların bedensel özgürleşme hareketine kadar pek çok konuyu içeren eserleri on beş dile çevrilmiş durumda.

Romanı elime alıp okumaya başladığım zaman, çok bir şey sunacağını düşünmedim,çünkü nispeten tanıdık ve basit bir konuya odaklanmıştı: trajik birtakım olaylardan sonra çocukluğunun geçtiği eve sığınan Rachita’nın kendini arama hikâyesi. Sıradan bir biçimde, yalın cümlelerle anlatılan olay,okuru bir anda içine çektikten sonra katmanlara ayrılmaya başlıyor. Bir yandan baş karakterin iç dünyasına,duygularına ve düşüncelerine şahit olurken, beri yandan Himalayalar’ın eteğinde bir doğa manzarasına şahit olup ruhunuzda duyumsuyorsunuz. Bazı kitapların kokusu vardır derim hep, bu roman da istisna değil: envai çeşit çiçeklerin, ağaçların, dağın ve yalnızlığın kokusuyla sarmalanmış eser boyunca, kendinizi Rachita ile birlikte dolaşırken buluyorsunuz. Böylesi deneyim sunabilen metinleri özellikle çok içselleştiriyorum. Bir yandan da, yaşadığı toplumun sorunlarına, bilhassa kadınlar açısından ayna tutan bir roman bu: Hindistan’da, kadınlara yapılan asit saldırıları günbegün artarken, bunun yalnızca erkekler tarafından değil, kadınların da birbirlerini cezalandırmak için uygulandığını görüyoruz. Toprak üzerinde hak savaşları, miraslar, karı-koca kavgaları, aldatma, evlilik teklifinin reddi gibi sorunlar, kadınların asit saldırısına uğramasıyla sonuçlanıyor ekseriyetle. Rachita da, uğradığı saldırı neticesinde, salt fiziksel bir yara değil, ruhsal bir parçalanma yaşıyor. Buna merhem olması adına, toplumdan epey uzağa gidiyor. Acı çeken, mutsuz olan pek çoğumuzun yapmak istediği gibi. Fakat Rachita’nın durumunda (Bitiya olarak da geçiyor romanda), uzaklaşma ve kaçma isteği yalnızca saldırıyla da ilgili değil. Kadının yalnızlığa bir eğilimi olduğunu görüyoruz; yaşadığı topluma yabancılaştığını, insanlardan pek çok açıdan tiksindiğini, kimseyle yakın bir bağ kuramadığını gözlemliyoruz; kocasıyla bile.

Yüz metaforu, metin boyunca önemli bir yer tutuyor: yaşadığımız hayatta, yüzümüz bizim kimliğimiz gibi. Yüzümüzle tanınıyor, biliniyor, hatta tarif ediliyoruz. Asit saldırısından sonra yüzünü feci bir biçimde kaybeden Rachita için, bir nevi dünyadan silinme, kimliğini kaybetme de vuku bulmuş oluyor. Roman boyunca süre gelen ‘arayış’, bunun en güzel göstergesi. Yüzünü kaybedip günlük hayattan, insanlardan uzaklaştıktan sonra, doğal olarak eylemlerini de asgari seviyeye indiren Rachita’nın iç dünyasına ve ruhuna yuvarlanıveriyoruz. Burada, adeta Allende’ye göz kırpan bir Gokhale var: doğaüstü bir takım olaylar, hayaletler, ruhlar sahne almaya başlıyor. Yazarın en iyi yaptığı şeylerden biri, türlerarası geçisi çok iyi kotarıp, tereyağından kıl çeker gibi yapması. Böylesi bir metinde eğreti durmuyor bu doğaüstülük. Kaldı ki, acı, pişmanlık, geçmişin ağırlığı gibi sorunlarla yüzleşen insanların da, böylesi birtakım deneyimler yaşaması yahut yaşadığına inanması hiç uzak bir ihtimal değil.

Romanın bir bölümüne hakim olan erotik romans, çok güzel konumlandırılmış – hele ki böylesi bir kadın hikayesinde. Ruhundaki yaraları iyileştirmesi için doğadan medet uman bir kadın karakter: bir yandan da cinsel arzularının peyderpey ölmüş olması fakat bir yandan da, trajedisine vesile olması, oldukça ironik. İnsan doğasının irdelendiği bölümler, okurun kendi hayatına ve bedenine dair birtakım sorgulamalar yapmasına yol açıyor. Tıpkı Rachita gibi, okur da, kitap boyunca iç dünyasında yolculuk yapıyor bir nevi. Bu açıdan değerlendirilirse, bir yanıyla ruhani bir roman da diyebiliriz. Bu kadar çok türsel özelliği tek bir potada eritip, bir de tutarlı olması bence romanın en büyük başarısı.

Bir noktada Emily Dickinson şiiri görüyoruz, bunu da çok anlamlı buluyorum. Bilhassa kendini sorgulayan kadınlar için bir rehber niteliği taşır Dickinson şiirleri. Duygu durumunu, hissettiklerini çok iyi ifade eden şiirleri düşlüyor esasında Rachita.

Girişte, yazar kendi de aynı evde yaşadığını, acıyla harmanlanan bir hikaye olduğunu söyleyerek aslında bizi okuyacağımız metnin içsel ve yoğun olacağının sinyalini veriyor fakat bunu dengelemeyi çok iyi başarmış diye düşünüyorum: dili, anlatımı son derece yalın ama derinliği fazla. Okuru yormadan düşünmeye sevk ederken, yer yer de küçük sürprizlerle keyif vermeyi biliyor.

Aslında daha pek çok açıdan değerlendirilebileceğini düşündüğüm bir kitap olsa da, daha fazla açık vermeyip merak edenlerin okumasını tercih ediyorum. Herkesin sevebileceği bir roman değil, bu konuda eminim ama bence kadın hikayeleri okumayı seven, tekniğin yanında farklı yöntemler kullanarak metni katmanlaştıran hikayelere sıcak bakan kişilerin kendinden bir şeyler bulup keyifle okuyacağı bir roman. Düşük puanı sizi yanıltmasın (şu bazı okurların her şeye burun kıvırmasını da şuradan bir eleştireyim bari, yeri gelmişken) – bazen inisiyatif alıp şans vermek gerekiyor bazı kitaplara. Genellikle Gölgeler Kitabı gibi eserler bu biçimde keşfediliyor. Son olarak, Çiğdem Akıncı’nın çevirisini de beğendiğimi eklemek isterim, Hindistan’da İngilizce de ana dil olduğu için, İngilizce yazılmış bir metin bu, fakat yer yer zorlayacak ifadeler de mevcut, bu yerler çok iyi kotarılmış, kendi adıma teşekkür ederim. Siz sevgili okurlara da, Gokhale’yle tanışmanızı öneririm.

Namitha Gokhale

İÇDÖKÜMÜ I

“bir kuğunun sürmeli gözlerinde yazan şeyin ne olduğunu merak ettim yıllar boyunca” – L.Müldür

Uyarı: Bu zamana değin, bu sitede yazılan en kişisel yazıdır, sıkıcı olabilir, baştan uyarayım da sonradan hiç kimse şikâyet etmesin bu durumdan.

Bugün Ankara’da gün boyu tükenmeden yağan bir sağanak yağış vardı. Kasvetli bir hava, bulanık, kapkara bulutlu, melankolik. Şehrin merkezinden epey uzaktaydım birkaç saat. İyi geldi diyebilirim çünkü son dönemde epey karışık bir zamandan geçiyoruz. Ülkemizin içinde bulunduğu sıkıntılar bir yanda, günlük hayatta yaşadığımız buhranlar beri yanda. Açıkçası uzun bir müddettir yürekten gülmediğimi fark ettim. Sadece ben değil, etrafımdaki tüm insanlar aynı durumda. Kimse mutlu değil, hayatından da memnun değil. Tüm gün bunları düşünmedim elbette, bunlar sadece hâlihazırda sahip olduklarımız. Ben bu noktaya gelene kadar neler yaşadım, nasıl ayakta kaldım biraz da bunun üzerinden gitmek istiyorum çünkü bir haftadır, etrafımdaki bazı insanlarla ilgili enteresan bilgiler edindim. Eskiden çok üzülebileceğim şeyler olmasına rağmen, artık içimde bir duygu kıpırdaması olmuyor. Geldiğimiz noktada, hem ruhumuz, hem duygularımız ölmüş durumda.

Biraz da ruhumdan bahsedeyim: benim ruhum birkaç katmandan oluşuyor. Birinci etapta, pek çok kişinin gördüğü, kırılgan, duygusal, her şeyi dert edinen, ince detaylarda boğulan, kimi vakit öfkeli bir adam. Bu noktada kabul ediyorum, böyleyim. Fakat bir de, hiç kimsenin görmediği ikinci ve üçüncü katmanlarım var – herkes gibi esasında. Hepimiz görünenin ötesinde birçok şey saklıyoruz içimizde, ruhumuzun odacıklarında. En ‘ruhsuz’ dediğimiz insanların bile içini açsanız, çok tuhaf şeylerle karşılaşırsınız, eminim. İkinci ve üçüncü katman ruhumun ana sebebi, çocukluğumda yaşanan boşluk hissi. Ülkemizde aslında çocukların ekseriyetle yaşadığı bir duygu olsa da, bazı bireylerde bunun dozu biraz fazla. Netleştirmemiz gereken bir şey var: bazı insanlar, anne ve baba olmak için dünyaya gelmemişlerdir, genetik kodlarında bu özellik tanımlı değildir. Her ne kadar ‘ben de anne görmedim’ gibi bahaneler üretseler de, bunun gerçek olmadığı epey aşikâr. Esas nedeni, ruhlarında tanımlanmamış ebeveynlik. Haydi diyelim ki ezkaza ebeveyn oldular, bundan sonra onlardan bir şey beklemek ne derece mantıklı? İşte, ben o tanımsız ebeveynin çocuğuyum. İstenmeyen bebek. Olabilir, herkes her şeyi istemek zorunda değil fakat burada anlamamız gereken nokta, istenmeyen bu bebeği ne yapmalı? Çin’de olduğu gibi konteynırdan hooop aşağı, kimsesizlerin yanına mı yollamalı, aç biilaç terk edip gitmeli yahut evlatlık mı vermeli? Velev ki, bunlardan birini tercih ettiniz, o zaman kim suçlu? Hayat mı, insan mı, kader mi? Tanrı mı yoksa? O gözleriniz kapalı inandığınız, ondan gelip ona gittiğiniz kutsal varlık mı? Belki cevap hiçbiri değildir, bunu bilemiyorum ancak hayatta her şey dönüp dolaşıp neticeye bağlanır. Sonuçta elimizde istenmeyen bir bebek var. E dünyaya gelen de her türlü büyüdüğüne göre, bebeğimiz büyüyor, büyümeli…

Büyürken istenmemek yeterli olmayacak diye düşünmüş olacak hayat-insan-kader bermuda üçgeni, yolda birkaç şey daha ekleyeyim demiş olabilir. Şu çocuğa bir de ‘farklı’ etiketi yapıştıralım, şöyle biraz hırpalansın, ötekileştirilsin ki, iyiden iyiye ‘olsun’ ve şükretsin. Dozunu da öyle güzel ayarlayalım ki, lütûf mu lanet mi anlamasın bu güzel çocuğumuz? Tabii o arada, şanslıysanız sizi koruyan birileri oluyor etrafınızda, yastık olan, engelleri göğüsleyen. Benim hiçbir zaman etrafımda böyle biri olmadı. Doğrudan suratımın ortasına yedim GERÇEKLİĞİ. Hani şu kişisel gelişim kitaplarında bol bol esprisi yapılan gerçeklik de değil üstelik; bildiğiniz (ya da bildiğimizi düşündüğümüz olabilir), cillop gibi bir gerçeklik. Bak çocuğum, sen farklısın ama aynı zamanda iğrençsin, kirlisin, iyi şeyleri hak etmiyorsun. Biraz daha ruhun katmanı sertleşmeye başladı, harikulâde! Sırada akran zorbalığı var. Nefis bir şey. Çocukların ne denli acımasız olduğunu biliriz. Yetişkinler sizinle ilgili kötü şeyler söyleyecekse, bunu muhakkak arkanızdan yapar. Öğretilmiş olgunluk bunun adı. Fakat çocukların böyle bir zorunluluğu yoktur. Küfür bile etse, ‘ah ne şeker’ olur onlar. En fazla da birbirlerini mahvetmeye bayılırlar, zirâ her çocuğun bir boşluğu var, onu kapatmanın en kolay yolu da birbirini hırpalamaktır. Ben güzel hırpalandım. Kendimi savunmaya bile kalkmadan, duvardan duvara vuruldu ruhum. Gurur duymuyorum ama öğretici olduğu su götürmez bir gerçek. Böylece, bir böcek gibi, kapalı alanlara alışıyorsun – tercihen bir oda. O da varsa. Belli bir zamana değin odam da yoktu. Peki benim gibi kara bir böcek nereye saklansındı? Nerede – toplum normlarının dışında olan, tuhaf hâllerini – yaşasındı? Aman canım, size ne? Nerede yaşarsa yaşasın. Kapıyı örttünüz mü, görmezsiniz. Olur, biter. O zaman bir soru daha: görmediğiniz şeyin olmadığını nereden biliyorsunuz?

Öyle ya da böyle, o seviyeyi de atlıyorsunuz. Sırada farkındalık var. Ah, ne de güzel farklıymışım ben. Dur, şunu bir yaşayayım. Fakat nasıl? Nasıl yaşanır ki? Kimse bana bir şey anlatmadı, şu da şöyle olur demedi. Bilmediğim şey nasıl yaşayacağım ben? – Onun da kolayı var, sıkma canını. Sıkmadım. İkinci bir yaşam yarattım farklılığım için, orada keşfe çıktım. Kural bir: kimseye güvenmeyeceksin! E bilmediğin şey, nasıl uygulayabilirsin? Beceremedim tabii. On altı yaşında, tam da yeni bir yaşamın başında, bir travma yaşadım. Yetmedi, anlıyor musunuz? Daha boşluğumun tam yerine oturması lazımdı. Bunun için çalışmıyor mu hayat-insan-kader? Ara sokaktaki o evden çıktığımda, renkler değişmişti; kokular da. Bedenim hareket ediyordu ama ruhum birkaç parçaya bölünmüştü. Demek ki doğrusu buydu: farklı değerlendirmeliydim. Başkaldırmayı o zaman seçtim. Dünyaya filan değil, yanlış anlaşılmasın. Kendime. En büyük düşmanım kendim oldum o gün. Ne de olsa istenmeyen bebekten bozma bir ergendim, her şeyin suçu bana ait olmalıydı.

Aynı anda bir başka duyguya daha can vermişti bu hadise: insanların gözlerinde sevgi arama. Bu bağlamda da onaylanma isteği. Herkes beni severse, hareketlerimi onaylarsa balık baştan kokmayacaktı, belki de günahımı temizleyecektim. Sevgi her şeyi çözmez miydi sahi? HAYIR. Sevginin bir şeyi çözdüğü yok, bunu kendimizi kandırmak için söylüyoruz. Sevginin ne olduğu bile muğlakken, en çok en sevdiklerimizi acıtırken, sevmekten nasıl bahsedebiliriz? Her neyse, ben yine de sevilmek istedim. Bundan utanmıyorum. Göz göze geldiğimizde beni sevsinler, kusursuzsun desinler istedim. Yeterli olur sandım. Bilmediğim bir şey vardı: insan kendini sevip kabullenmeden, başka insanlar tarafından sevilse de, bir işe yaramıyordu. Son tahlilde, sevgi yetmiyordu.

Bugün geldiğimiz noktaya bakalım şimdi de: ikinci ve üçüncü ruh katmanı nasır tuttu. Senelerdir bir oraya, bir buraya gitmekten yorgun düştü. Seviyorum deyince, acaba dedikçe ıssızlaştım içimde. Birbirimizi alt etmeye çalıştıkça azaldım kendimden. Gök bile yetmez oldu bana. İçim açılmadı bir türlü. Ne enteresan, yetinmeyi bildiğimi düşünüyordum öteden beri, oysa insan katiyen doymayan, hep daha fazlasını isteyen bir varlık. Canlılar içinde en vahşi, en bencil olanı. Ben de bir istisna değilim elbette. Hayat ya da kader, ne dersek diyelim böyle.

İçinde yaşadığımız çağ, görüp görebileceğimiz en acımasız, en sert zaman dilimi. Payımıza bu düştü. Bugün kamçı gibi düşen damlalar gibi vücudumuzu parçalayan bir çağ. Her yerde: evde, işte, okulda, yolda. Başınızı nereye çevirirseniz çevirin göreceğiniz şeyler şunlar: acı, hüzün, nefret, kin, şiddet. Neyse ki ben talimliyim bu hususta, çocukken en çıplak hâliyle gördüm insanlığın şiddetini, ya hiç görmemişler? Ya üç maymunu oynayanlar? Ya -mış gibi yapanlar? Onlar ne yapıyorlar şimdi?

Hayatım boyunca tuhaf karşıladığım bir şeydir, mutluluk ve sevinç normal karşılanırken olumsuz duygular tukaka edilir. Halbuki, bu sertlikle büyümek, beni çelik gibi sağlam yaptı. Bedenen bir yumrukla yıkılabilirim ama ruhen beni nakavt etmek imkânsız! Karanlığın en dibinden geçtim çünkü. Ben eminim ki, orada bir yerlerde, benim gibi kuyunun en dibinden, bataklıktan açan lotus çiçekleri var. Şimdi doğrudan size sesleniyorum: belki sevilmiyoruz, istenmiyoruz, hırpalanıp ayrıştırılıyoruz fakat muazzam bir gücümüz var bizim. İstenmeyen bebeklerin gücü! Farklıların, tuhafların, ötekilerin, eksiklerin, yoksunların zaferi. Çünkü esas mücadele ruh dünyasında yaşanıyor. Etrafınızda sahip olduklarınız sizi takdir edemez, ancak benim ruhum edebilir. Ediyorum da! Bırakın size sırtlarını dönsünler, kem gözle baksınlar. Ben içime dönüp baktığımda, rengârenk çiçeklerle kaplı bir cennet bahçesi görüyorum. Eminim ki, siz de, evet SİZ, içinize dönüp bakarsınız tüm yaşadıklarınıza rağmen, kusursuz bir varlık göreceksiniz. En karanlık, kasvetli bir günde bile!

İçinize atmayın, bırakın dökülsün her şey. Aynaya bakmaktan korkmayın. Sesinizi yükseltmekten çekinmeyin. Neticede ipi kimin göğüsleyebileceği garanti değil. Tüm istenmeyen bebeklere selam olsun!

Not: Fonda Antimatter’dan Comrades çalıyor. Bir dinleyin, bana hak vereceksiniz. Yarın sabah uyanınca omzunuzu öpmeyi unutmayın, emi? Sahte bir yaşama başlayacaksınız gün içinde, bundan evvel niçin birkaç dakika da olsa mutlu olmayasınız ki?

KUZGUN

  “Open here I flung the shutter, when, with many a flirt and flutter,

In there stepped a stately Raven of the saintly days of yore”

-e.a.poe

odanın ortasında halının üstünde senden kalan yağmur birikintisi

                            içimi ıslatırken

gökyüzü delinmiş gri bulutların arasından çocukluğum gülümsüyor

böyle mi gidecektin, or something is wrong with me

                   bağırıyor çimenler

susmuyor gönlün köşe başında mesken tutan şemsiyeler

         kim açtı üzerimize bu siyahı?

sen aynaya baktın, ben seni gördüm içimde

tanrı unuttuğu çocuğunu kucağına aldı ilk kez o an

-beni mi?

                  

geçmiş şimdi mutfaktan sesleniyor

                                                         seni anmak istiyor her bir tavan arası

                   who is guilty, ben mi, susmayan iç sesim mi

                   sen mi, senin arsız ruhunun üstüne sinmiş kuraklık mı yoksa

demiştin ya ben sana yeterim ben çoğunlukla beterim diye

                                           -ilk akşam

kendini ilk kez o zaman tren raylarına bırakmıştın gün ağarırken

istasyona bir baksan el sallayan rüyanı görürdün

                            gönlü kör olansın.

BOĞULUYORUM İŞTE SENDEN KALANLARDA

posta kutusu çağırıyor aydınlığı

                            bir armağanı varmış kupkuru

bir sesleniş senden bana

                                      -drinking melancholia

ellerime bulaşıyor gözlerinin bal rengi siyah zarfı açınca

nasıl becerdin tüm acını bir oraya sığdırmayı?

Bütün kadınlar adını haykırıyor şimdi. dön de bak

                                               meydan oku bana yine

                                               kendine de.

kalksam bir an önce ayağım kaymadan ulaşsam sonsuza

parmak uçlarımdan çıkarıp atsam seni

                                      ve benim sana sunduğum sütlü kahveyi

döksem avucuna, yansan kavrulsan sıcağında

benim içim nasıl kavrulduysa

bir uçurtma yollasam turuncuya da

HER ŞEYİN OLACAKSA HAYIR DE DİYE.

                                                        -nafile.

insan istiyor ki sussun herkes, kendi bulsun celladını

sen uyarma beni,, fuck off,, never come here again

                            s’il vous plait.

pencereye konan bir kuzgun var sırılsıklam

         ya sensin ya gölgen

                            kavruk kahkahan gagasında

paramparça olmuş uçuyor ardında geçmişin şemsiyeli yatağı

son sevişmenin kesif kokusu yayılırken şehre

                                                         -ÇIĞLIK.

sürüsü yükseliyor göğe. raven. demiştim sana.

                   SÜTLÜ KAHVE. BAL RENGİ.

BENİMKİ SADE KAHVE.

GÖZÜ KAPALI GİDENLER

Gidemeyenlere…

“Cehennemi hala ruhu üşüyenler için istiyorum”

Umay Umay

Uzun bir süre soluksuz kaldığımız bir sessizliğin ardından başımı kaldırıp sana baktığımda, yüzünde gördüğüm şeyin şefkat olmasını isterdim; oysa beni bekleyen bir öfke nöbeti arasına sıkıştırılmış tarifsiz bir acıma duygusuydu.

         “Olmuyor, görmüyor musun?” diye sordun sonra. Niçin olmadığını düşündüğünden çok,, olmayanın ne olduğunu anlamaya çabaladım. Üstüme düşen her şeyi yaptığımı zannediyordum. Seni sevmek ne kolaydı benim için, ne de tehlikesiz. Bilseydin kaç dikenli çitten yürüdüm yalın ayak, kaç gece geçirdim uyumayarak, belki o zaman sen de beni yürekten sevmeye cüret ederdin. Ederdin, değil mi?

         “Olmuyor, görüyorum,” diye yanıtladım seni. İnanmayarak. Bir şeyin olmama, olamama ihtimaline oldum olası inanmadığımı da biliyordun üstelik fakat o an, inanmak daha kolaydı senin için, başını salladın, derhal kabullendin. Ben isterdim ki, bir kısacık düşünce arası bile olsa, ölçüp tart içinde,, ne kadar denemedik oluyor mu diye. Bana sormadan, kendini de yormadan, sadece mucizelere inanmak ister gibi göğe baksaydın; o zaman olacağını görürdün.

         “Lunaparkta bindiğim şu yüksek şeylerde, gözlerimi kapatmayı çok seviyorum. Öyleyken kendimi nerede istersem hayal edebiliyorum,” demiştin ya bana bir defasında, evet, sen gözlerini kapatmayı çok seviyorsun; hep seveceksin de. Benden de sorgulamamamı isteyeceksin, buna hakkın varmış gibi. Olduğu gibi kabullenmek alnına yazılmış gibiydi senin, bir türlü istenmediğin arkadaşlıklarını bile sineye çekerdin çenen titrerken. Bunu sadece ben gördüğüm için düşman kesilmiştin ya bana, olsun! Ben senden gelecek düşmanlığa bile razıydım, bazan insan kör olmayı seviyor, senin gözlerin açıkken bile kapalı gezmeyi sevdiğin gibi.

         “Seni bile isteye üzüyor, yüreğinde şefkate benzer bir şey yok, anlasana!” diyen en yakın arkadaşımı bile susturdum, çünkü biraz daha konuşsa seninle ilgili ne varsa bildiğim, masaya dökecektim. Seni unutup gidecektim o masada. Bense, en yakın arkadaşımı unutmayı tercih ettim. Frost gibi seçilmeyen yolu düşleyen bir avareydim ben,, aklım hep seçmediğimde kalırdı. Oysa, ben her çatallı yol başında, seni seçtim. Bulacağımın kolların olduğunu/olacağını düşleyerek; beni bekleyen soğuk tesellilerin oluyordu her seferinde.

         “Abartma her şeyi, çok duygusal yaklaşma! Anlam yükleme!”

         Abartan ben, senin öfkeli öğretilerin karşısında süt dökmüş kediye dönerdi, bir film izlemeyi önerirdim yumuşasın diye aramız; yahut düpedüz sevişirdik. Ne tutkuyla, ne de aşkla. Anlamsız bir hiddetle birbirimize sahip olurduk her kavgadan sonra. Sen ben olmazdın, ben de sen. Kim kim olurdu onu da bilemezdim ama aramız kötü zanneden arkadaşımız, “Sevişmiyor musunuz?” diye sorduğunda başımı geri atıp küçümseyen bir gülüş tutturarak “Sevişmez olur muyuz canım, her şey çok iyi gidiyor,” derdim tahtalara tak tak vurarak. Halbuki o anda, içimde, ta derinde, bir cam odacık daha tuzla buz olurdu. Olmadığını görüyordum o anlarda sanki, senin savunduğun gibi. Ben oldurmaya çalışandım daima. Bahanelerini, suya sabuna dokunmaya sözde sevgini kutu kutu kutulayıp divan altlarına saklamayı çok severdim. Bir kendime faydam yoktu sevgilim, sen hep söylerdin. Öyleydi sahi, başka her şeye çare bulabilirdim.

         Ne garip, bu evde tüm eşyaların bir valize sığacak kadar azmış; bana sorsan şu evi kaplayan, hatta sarıp sarmalayan ne çok şeyin vardı. En fazla da sevgin, şefkatin, aşkın… Hepsini bir valize nasıl sığdırdın, merak ediyordum. Her neyse, valiz dar antreye çok yakıştı. “Başından beri bilmiyordum elbet gideceğimi, bunu söyleyeceksen şayet,” dedin ayakkabılarını giyerken. Tertemiz ayakkabılarına bakarken kendiminkileri nasıl da kirlettiğimi düşünüyordum sadece, bir şey dememiştim bile. İtiraz bile etmedim, boyun eğdim ithamlarına. NE diyebilecektim ki zaten senin HAKLI olduğun her konudan sonra?

         “Aramak istersen çekinme, ne de olsa birkaç yıl geçirdik birlikte..”

         Ne güzeldi lütfun, ne zarif! Kendini eylerken bunca yıl, demek beni de düşünen bir yanın vardı içinde. Ne kadar rahatladım, bir bilsen…

         Kapı çarptı, sen gittin. Seninle birlikte ne var, ne yok gitti ardından. Koltuklar, perdeler, terlikler, kıyafetler, tabaklar… Hepsi ayaklandı, ip gibi dizildi, gitmeden kulağıma fısıldadı tek tek: “Başında elbette bilmiyorduk gideceğimizi, bir şey söyleme sakın…”

         Ben ne söyleyecektim, ne söyleyebilecektim sanki. Boş bir odanın ortasında oturup perdesiz kalmış pencereye çevirmişken başımı, bütün sözlerim tükenmişti. Kendimi sözlerin efendisi zannederdim çoğunlukla; derdin ya bana, “Kelime oyunlarıyla kendini haklı çıkaramazsın!” diye, hayır, ben kelime oyunları yapmıyordum aslında. Bıkkın, ürkek kelimelerimde yakala istiyordum kırılganlığımı, sana ne denli ihtiyacım olduğunu. Fısıldadı ben böyle düşünürken korniş alayla: “Ah be saf aşık, gözünü kapatmaktan keyif alan bir adam, seni nasıl görebilir, duyabilir…”

         Gece indi sonra. Durmadan aynı cümleyi tekrarlayan kornişten sıkıldım, attım kendimi sokaklara. Aslında nefret ederdim dışarıda olmaktan; seninle bir battaniye altında olmayı yeğlerdim. Sen her defasında, çok sıcak olduğunu, epey bunaldığını söyleyip beni ittirsen de. Koltuğun öte yanı soğuk olurdu desem üzülürdün diye, kolçağına sarılıp halının saçaklarını izlerdim sen ciddi bir yüzle bilgisayarına bakarken. Şimdi diğer eşyalarla birlikte evi terk etmiş halının kaç tane saçağı olduğunu sorsan daha iyi bilirim beni gerçekten sevip sevmediğinden.

         Birkaç sokak ötede bir travesti vardı, kıpkırmızı dudaklarıyla sigara içiyordu. Usul adımlarla yanına gittim, ellerim ceplerimde. Bana baktı, şaşırma emaresi göstermeden.

         “Beni terk etti. Başından beri bilmiyormuş gideceğini, ki zaten gideceğim diye gelmezmiş kimse. Gözlerini kapatmayı çok severdi, özellikle lunaparkta. Neyse, gitti işte. Sonra diğer eşyalar da ağız birliği yapmışçasına kalkıp gitti birer birer. Ben aslında sevmem bu saatte dışarı çıkmayı, halı saçaklarını saymayı daha fazla severim ama ne yapalım, gidenin ardından bir de benim gitmem gerekiyordu,” dedim o sigarasını bitirene değin. İfadesiz bir yüzle beni dinledikten sonra gülümsedi. Kopkoyu gecede bir güneş gibiydi tebessümü. Oysa kara gözlerinin kenarındaki kırışıklıklardan acı ve hüzün akıyordu.

         “Üzülme be, siktirsin gitsin! Sana başka adam mı yok?”

         Benim gözüm açık durur zaten demedim, onun yerine uzattığı sigarayı aldım. Benim için yaktı, derin bir nefes aldıktan sonra anımsamış gibi ekledim: “Olmuyormuş, ben görmemişim.”

         “Hiçbir şey olduğu yok zaten, bak şu sokağa, hiçbir şey olmuyor,” diye yanıtladı beni. Bilge biriydi, benden daha çok şey bildiğini anladım. O gece yanında kalacaktım. Belki omzuna yaslanır, ağlardım. O da saçlarımı okşar, teselli ederdi beni. Olmayınca gidenlerden bahsetmezdik hiç, gözü kapalı sevişenlerden. Acı dolu hikayesini sormazdım ben, o da söylemezdi.

         Sigarayı ayağımın ucuyla ezip duvarın dibine çöktüm. “Gidilmesinden çok yoruldum, sanırım dinlenmem lazım,” dedim.

         Üstünü başını tutarak yanıma oturdu o da, bana döndü. “Dinlenmelisin. Dinlenmeliyiz. Dünya da dinlenmeli. Vakit olsa, ah bir vakit olsa…”

         Öylece durup sessizliği dinledik birlikte. İkimiz de aynı şeyi düşünüyorduk: zaman yetse, ikimiz de dinlenirdik. Bir yere de gitmezdik.

SIRÇA KALP

Hande Kader’e…

Sıradan bir gün daha doğarken odanın penceresinden, alacalı renkler vuruyor içeri. Bazı nesneleri aydınlatıyor. Oldum olası severim ışık oyunlarını; bana çocukluğumu, babamın yoktan var ettiği oyunları anımsatır hep. Bugün babamı anımsamak istemezdim, gideli çok da olmadı aslında. Oysa Merih gideli epey uzun oldu. Şu kapının önünden bir hayalet misali geçip gitmişti. Bir elveda bile demeden. On dört yılı çöpe atmak bir yürüyüş kadar kolaydı işte. Yüz santimetre kareyi geçmeyen bir evin ara yollarını arşınlamak kadar…

Gözüm kitaplığın üzerinde duran tahta kutuya ilişiyor. Kendi elleriyle yapmıştı onu bana. O sıralar bir türlü kendine yer bulamayan var oluşunu el işleriyle oyalıyor, bir kursa gidiyordu. Bir akşam üzerinde ardıç kuşu işli bu kutuyu bir buket papatya ile elime tutuşturup “Bir papatyaya vurgun bir ardıç kuşunun hikâyesi bizimki de” demişti gözlerimin içine bakarak. Hayalet adımlarla kaybolan cümlelerden sadece biriydi.

Yerimden kalkıp kitaplığın üzerine uzandım, kutuyu elime aldım. Bir süredir bakmamaya çalıştığım için varlığını unuturum sanmıştım fakat er ya da geç yüzleşiyor insan anılarıyla. Kapağın üstüne işlenmiş kehribar rengi ardıç kuşunu okşadım parmaklarınla. Usulca fısıldadım: “Senin bir suçun yok ki güzelim, olmayınca olmuyor işte!” Sonra istemsizce güldüm kendime. Ömrümce karşı çıktığım yaygın söylencelerden birini dilime dolamıştım son günlerde. Olmayınca olmuyormuş işte, külahıma anlat!

Kapağı kaldırıp içindeki ıvır zıvıra göz attım. Adeta bir istifçi gibi biriktirmiştim ne var ne yok: ilk buluşmadan, sigara paketinden çıkan jelatinden yapılma bir çiçek, ilk kez verilen çiçekten kurutulmuş bir dal, ilk öpücük için kullanılmış ama artık bitmiş olan bir ruj, bir rozet, bir sinema bileti, eski bir vesikalık resmim ve bir not… onun bana yazdığı tüm notları attığımı düşünüyordum. nereden çıktı bu şimdi? Titreyen parmaklarımla sekize katlanmış kağıdı açıp bakıyorum, tek bir tümce yazılı.

“Sırça kalbin öyle narin; işte orandan öpüyorum sevgilim..”

Şırrrannk! O an duydum kırılma sesini. Demek ki sahiden kalbim sırçaydı. Ufacık bir notla kırıldı işte. Daha evvel kırıldığını sanıyordum halbuki. Daima sessiz olan adımları son kez gözlerimin önünden geçerken. yahut ismini fısıldadıkça koridora. Gözlerimi kapatıp açtıkça hatta. Sapasağlam duran kalbim şu notla mı kırıldı yani?

Kutuyu aldığım yere bırakıp notu yeniden sekize katlayarak cebime koydum. Dışarıda hava iyiden iyiye aydınlanmıştı. Üstüme ince bir hırka geçirip ayakkabılarımı giydim. Sadece anahtarımı alıp çıktım evden. Yürümek istedim. Yürümek ve unutmak. Kırılanları geri yapıştırmak mümkün değildi ne de olsa. Boşluğuna alışmak için bir yerden başlamalıydım.

Sokaklar bomboştu. Sokak köpekleri bir köşeye büzüşmüş uyuyor; özgür ruhlu kediler çöpleri karıştırıyordu. Usul usul yürüdüm. Evlerin önünden geçtim. Nice hikâyeler vardı kapıların ardında. Ne terk edişler, ne kavuşmalar, ne sevişmeler vuku buluyordu aynı anda. Ne acılar yoktan var oluyordu; ne başlangıçlar nihayete eriyordu. Öyleydi hayat, bir yerden alıp bir yere koyuyordu.

Denize kadar inmiştim dalgınlıkla. Soğuğa aldırmadan oturdum bir banka, karşıya baktım. Şu denize atsam kendimi, bıraksam dalgalar. Beni nereye götürürse götürsün. Yeni bir dünyaya belki… Merak ettim o anda; yeni bir dünyaya gitse insan, eski dünyası da gelir miydi onunla? Belki bir ardıç kuşu konardı omzuma, başımda papatyalardan bir taç. Bir başka dünyada prenses olurdum belki. Sırça bir sarayda yaşardım demir gibi bir kalple. Dört dönerdi herkes peşimde.

Kim bilirdi hayatın bir yeni dünya daha sunmayacağını? Kim bilebilirdi?

Yolculuk devam ediyor…

“Gece hayatım benim, geç büyüyor, mutlu gece hüzünlü hayatım- çalmak atları çal benden çünkü çala çala şafağı bile çaldım ve bir önsezi yaptım.”

G.H’ye Göre Çile (Monokl Yayınları, sf.127)

Yazma ve yaratma yolculuğu doğumla başlar. Hayatlarımızı yazarız, hepimiz birer yazarız bir nevi. Öyle düşünmüşümdür. Bu yazının içinde de özel alanlar var, birtakım yetenekli insanlar yahut içgüdüsel olarak yazanlar kendilerine yeni bir yol açmak, günlük yaşamın monotonluğundan bir parça da olsa uzaklaşmak için yazarlar. Bir kısmı bundan para kazanır. Diğer bir kısmı da bunu bir iç döküm olarak gerçekleştirir. Benim gibilerse içini dışına çevirmek için yazar. En nihayetinde kazanan hep yazı olur.

Yolculuğumun bir noktasında denk geldim ona. Herkesin bir ilham perisi var. Kimisi ölü, kimi aynadan yansıyan, kimi de bir yerlerde nefes almakta. Bazan bir nesne,, bazan da bir his iter bizi yazmaya ya da yaratmaya. Her halükarda bir şeyler çıkar ortaya. İlla milyonların okuması gerekmez bunu üstelik, zira söylenen her kelime, yazılan her satır evrene dağılıp partiküller halinde yayılır. Zihinlere, kalplere.

Zor zamanlardı. Sığınılacak bir şeyler aranır ya hani, işte öyle. El salladı bana. Yanına çağırdı. Karışık bir zihnimin olduğunu söyledi. Ona benziyormuşum, öyle dedi. Adını duyup duymadığımı sordu. Duymamıştım. Fakat o anda, ismi aklıma mıh gibi çakıldı,, bir daha çıkmayacaktı. Karanlıkta ışık oldu. Kullandığım kelimeler ona benzemeye başladı peyderpey. Ben o oldum, o da ben. Kadınlığını unuttu, ben de erkekliğimi. Ruhumuzu bir edip sessiz ve uykusuz gecelerde bir bardak koyu kahve paylaştık. Satır aralarında kaybolurken ben, daima tekli koltukta oturup sigarasını içti. Gözleri dışarda, aydınlıktan korkarcasına, sabah olmamasını ümit ediyordu. “Ben aslında sevdim aydınlığı bir vakitler” diye fısıldadı bir gece bana, “Neden sonra unuttum onu, hiç fayda olmadı yaralarıma. Ben de geceye sığındım. Şefkatliydi, sakindi gece. Beni sarıp sarmaladı. Ben de bir daha vazgeçmedim ondan” diye ekledi.

Zaman geçtikçe daha derinden bağlandım. Yazmaktan usandığım, kendimden uzaklaştığım anlarda dahi onu düşünmediğim bir an bile olmadı. Acılarla dolu yaşamına pek çok duyguyu sığdırmış, deli/dahi bir kadına adadım ruhumu. İşte bu yazın yolculuğumu da şimdi ona adıyorum. Birkaç gece önce, ilk kere, “Yaz” dedi bana. “Benim için yaz..”

Kabul ettim. Yazacağım ne varsa hepsi ona. Lispector’a,,