BUZ ERİR – ER YA DA GEÇ

Beş yüz sayfalık bir romanı iki günde bitirmek çok yaptığım bir şey değildir fakat bir okur olarak, bir kitap tarafından esaret altına alınmaya çok müsait olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Yerli edebiyatımız tarafından pek çok kez hayâl kırıklığına uğratılmış biri olarak – en yakın mağlubiyetim geçtiğimiz hafta yaşandı – ilkin ihtiyatlı davrandığım söylenebilir. Mayıs 2023’te, İthaki Yayınları etiketiyle çıkan Uğur Deveci‘nin Buzdan Top isimli romanı. Hem beş yüz sayfa, hem de bir erkek yazar tarafından kaleme alınmış yerli bir romana karşı mesafeliydim bu ara. Hele ki en son okuduğum iki yabancı roman (Dersler ve Kairos.) beni derinden etkilemişken. Fakat hem yazarın haziran içinde Ankara’da söyleşisinin olması, hem de iflah olmaz merakım yüzünden başladım okumaya.

Beş parmağın beşi de bir değil derler; beş insanın beşinin de bir olmadığı gibi. Bu bir gerçek, bunu gündelik hayhuy içinde unutuyoruz. Buzdan Top romanı da, bu birbirine benzemeyen beşin katlarındaki insanların bir araya getirildiği sarmal bir hikâye. Karakter derinliği açısından epey geniş bir yelpaze sunulmuş okura, hemen hemen bütün karakterlerin kendine özgü bir yolu, yaşamını bir yönlendirme biçimi var. Bu bakımdan, beş yüz sayfanın bölümleri birbirinden epey farklı. Romanda bahsedilen tüm karakterlerin yolculuğu, katman katman birbirine bağlanmış durumda fakat bunu ayyuka çıkarmadan, peyderpey yapan bir anlatımla karşı karşıyayız. Yapboz parçaları gibi etrafa saçılmış olay örgüsünün nasıl toparlanacağını merak etmek de aslında okuru sayfalara bağımlı kılıyor. Rahatlıkla söyleyebilirim ki bu, içine doğru açılan bir öykü; açtıkça derinleşiyor, derinleştikçe farklılaşıyor, farklılaştıkça zenginleşiyor.

Yazarın tutturduğu dili, yaşadığı Ege bölgesi gibi sakin ve dingin buldum. Okuru yormadan, meramını doğru bir biçimde aktaran, özenli bir anlatımı var. Metinlerarasılık göze çarparken, yazarın beslendiği kaynakları da ortaya seriyor diyebiliriz. Oğuz Atay, Sevgi Soysal, Clarisa P. Estês, Cervantes, Italo Calvino selam gönderilen, saygı duruşunda bulunulan yazarlardan bazıları. Ankara’yı içeren bazı kısımlarda bariz bir Sevgi Soysal havası var. Bu da, Türk edebiyatının en cesur seslerinden birini yeniden anımsamamıza vesile oluyor.

Olay kurgusu, yer yer dağılıyor gibi görünse de, ritmin düşebileceği yerlerde çeşitli sürprizler ve ters köşelerle, okurun dikkatini daima teyakkuzda tutuyor yazar. İtalik yazılan birtakım kelimeler, dikkatli okuruna rehber niteliği taşıyor diyebilirim. Her daim tartışılan etkin okur olma yolunda iyi bir adımlama gibi Buzdan Top‘u okumak.

Beş yüz sayfa boyunca isimler havada uçuşuyor: Fuat, Irmak (aka Rosa), Adras, Vefâ, Ülfet, Karakuzu, Hasan, Halil, Ece, Hatice, İsmet…fakat öyle bir an geliyor ki, bütün isimler o büyük resimde doğru yere konuşlanıveriyor. Çok karakterli, çok sesli bu tarz romanlarda, bazan senkranizasyon tutmadığı için, havada kalan şeyler olabiliyor fakat bu durum, Buzdan Top için geçerli değil. Her karakterin, irili ufaklı bir rolü var hikâyede, roman nihayete erdiğinde her şey yerli yerine oturuyor. Belli bölümlerdeki kara mizah, esere güzel bir tat katıyor doğrusu çünkü doğru yapıldığında, tadından yenmeyecek bir teknik.

Bir insanın yaşam döngüsünü odağına alan bir roman diyebilirim rahatlıkla, bölüm isimleri de bunu kanıtlar nitelikte: Yollar, İnsanlar, Sokaklar, Oyunlar,, Buluşmalar – yine 5 rakamının büyüsü. Yaşamın beş döngüsü. Beş parmağın beşi de bir değil. Beş yaşamın beşinin de bir olmadığı gibi. Ancak bu birbirine benzemeyen yaşamlar, an gelir birbirinden bağımsız düşünülemez. Aslında bu da, yaşamın doğasında var. Fuat’la Ülfet’in kesişen yazgıları gibi yahut Muhlise ile Ece’nin paylaştıkları öfke dolu dakikalar gibi. İkisinden de vazgeçemeyeceğin bir an gelebilir.

Denizden yükselen ahenk, ciğerin cızır cızır kokusu, dondurmanın soğuk buharı, çileğin üzerindeki pütür pütür dokunun tende bıraktığı iz…tüm bunlar roman boyunca okuru bekleyen etkileşimler. En azından benim deneyimimde tastamam böyle oldu. Ayrıca, kitapların çok önemli bir yer tutması beni gülümsetti çünkü kitapların dünyası bambaşka. Ülfet’in sandığında, yalnızca kitaplarla yaşayabiliriz diye düşünüyorum.

Romanın finalini, gidiş yoluna uygun bulduğumu söyleyebilirim. Sürprizle bitirmek, tam da karakterlerin inişli çıkışlı, pek çok yönüyle tuhaf yaşam çizgilerine uygun. Okurunu ters köşeye yatıran bir final olduğu aşikâr. Romanı okuyan birçok okurun beklemeyeceğini düşünüyorum böyle bir sonu.

“Gün ne zaman biter? Güneş bir tepenin ardında kaybolmak üzereyken som altından incecik tırnağa dönüşüp göz kırpar gibi battığında mı? (…) Bir saatin yelkovanı yirmi dört tur atınca mı? Kaç tane yelkovanlı saat kaldı ki? Ömür satılan ve karşılığında para alınan, adına da işyeri denilen yerlerden çıktığımız vakit mi biter gün? Öyle olmadığını hatırlayan kaç özgür insan kaldı ki?” (sf.248)

Bir noktada şöyle diyor Vefâ: “YALAN ZAMANSIZDIR” – evet, yalanlarımız, hayatlarımız hepimiz burada, aynı evrende; bir karpuz desenli kamyonun içindeki buz gibi bir haznede, kendi EL’lerimizle yarattığımız müthis cennet/cehennem yaşamlarımızda nefes almaya devam ediyoruz. Bu romanla, yazarın da irdelediği genel düşüncenin bu olduğunu düşünüyorum. Hepimiz sıradanız fakat aynı anda, bu sıradanlık içinde yekpareyiz. Parmak izlerimiz de birbirine benzemiyor, dondurmanın üzerinde iz bırakan dil izlerimiz de. Günün sonunda, hepimiz ‘yıldızlar kadar uzak, yıldızlar kadar bir aradayız’ ve son kertede, buzlar eriyecek, biz sulara kavuşacağız – her gün etrafımızda gördüğümüz insan panoramasının, beş yüz sayfalık duru bir anlatımını bulacağınız Buzdan Top isimli romanı şiddetle öneririm.

Sonsöz niyetine: ER YA DA GEÇ ELLERİMİZ KAVUŞACAK.

Yayınlayan

Yorum bırakın