AİLE CEHENNEMDİR

“Hayatımızı ve onu bitiren eylemlerimizi, her ikisini de doğru anlamak için, akılda tutmaya mecbur olduğumuz tek şeyin – biri normal diğeri yıkıcı – iki yüzü olarak görmek en iyisidir. Bunlar birbirine göbekten bağlıdır. Hayatımıza başka türlü bakmak, yaşadığımız hayatı, makûl ve sıradan kısmın, bizzat yaşananlar açısından her şeyin bir anlam ifade ettiği kısmın küçümsenmesi tehlikesini beraberinde getirir – ki bu kısım olmasa tüm bunlarda anlatılmaya değer bir şey de yoktur.” (sf.48)

Birçok alanda aile tanımı yapmak mümkün, aile şudur, budur; şu şekilde şekillenir gibi bir dolu açıklama bulabilirsiniz. Kitaplarda, internette, bloglarda, yazılarda… Aile ve insan üzerine atıp tuttuğumuz doğru fakat bir yandan da, toplumlar, aileden gelen travmalarla baş etmeye çalışan bireylerle dolup taşar. Her ailenin kendine özgü, fonksiyonel olmayan yaşantısı var, buna ayak uydurmaya çalışan çocuklar, kaybolmuş bireylere evriliyor bir bakıma. Aileni seçemezsin klişesinden de öte bir durum bu. Aile cehennemdir, dünyanın en anlayışlı ebeveynine sahip olsan da.

Amerikalı yazar Richard Ford’u ilk kere, Jaguar Kitap‘tan çıkan Vahşi Hayat kitabıyla tanıdım, oysa 1944 doğumlu, epey de üretken bir yazar. Daha sonra da, Carey Mulligan ve Jake Gyllenhaal’un başrolünde yer aldığı, 2018 yapımı sinema uyarlamasını izlediğim Vahşi Hayat, yazara bağlanmama sebep oldu çünkü bir kere, aile kavramına klasik anlamda yaklaşmaması, onu benim gözümde marjinal bir yazar yapıyordu. Bilhassa kalıplaşmış konuları bambaşka açıdan okura sunan yazarlara özel bir saygım var, Ford da istisna değil. Geçtiğimiz günlerde, Umay Öze çevirisiyle yayımlanan Kanada romanını duyunca yine iştahım kabardı bir okur olarak, enteresan bir konusu vardı romanın. Anne – babası banka soyan on beş yaşındaki bir çocuğun hikâyesi anlatılıyordu, ben de buna uygun, macera dolu bir anlatım olur diye düşünerek kitabı edindim fakat daha evvel Ford’un olaylara bakış açısını keşfetmiş biri olarak bu denli tuzağa düşmek bana yakışmadı, zirâ bu romandaki anlatım, beklediğimin tastamam zıttıydı. Bu da, romanın üzerimdeki tesirini katbekat artırdı, hatta duygularımı yerle bir etti.

Romanın girişinde tanıştığımız Parsons ailesi, bakıldığında son derece standart bir çekirdek aile izlenimi veriyor: asker bir baba, Great Falls’ta kısılıp kalmış, edebiyata ve sanata düşkün, Yahudi göçmeni bir anne, ikiz çocuklar. Bev Parsons, tutkuları olan, her an tuhaf eylemlere meyyâl, yakışıklı, karizmatik bir adam; Neeva Kemper ise sakin, hayatın huzursuzluğunu derinden hisseden, mutsuzluğunu gündelik işlere, ve en fazla şiire saklayan bir kadın – ikisinin evlenmiş olması Dell’e göre mucize (Dell on beş yaşında, hikâyenin anlatıcısı) çünkü Tacoma’ya göçen Yahudi bir anne ile babanın, kızları Geneva için beklentileri çok farklı, dünyanın her yerinde olduğu gibi basmakalıp bir evlilik fikirleri var: doktorla evlensin Neeva yahut mühendisle! Bu bağlamda, Neeva’nın cesur olduğu yorumunu yapabilirim, her ne kadar kırılgan ve zayıf olduğunu düşünse de. Dell’in ikiz kız kardeşi Berner ise ailenin aykırı üyesi, daha küçüklüğünden farklı bir yol seçeceğini belli ediyor, fikirlerini savunmaktan da geri durmuyor. Her şeye rağmen, gündelik yaşantılarına devam ediyorlar; neticede ne olursa olsun hayat akıp gidiyor.

Her şeyin değişmesinin sebebi Bev’in delişmen davranışları oluyor. Askerlikten ayrıldıktan sonra yetenekli olduğunu iddia ettiği birtakım işler yapıyor Bev, tabii bu işleri eline yüzüne bulaştırmakta üstüne yok. Kaçak et işine girdiğindeyse (ta askerken yaptığı bir şey), ailenin talihini kökünden değiştirdiğinden habersiz. Borçlanıyor, borcunu ödemek için banka soymaya karar veriyor, buna Neeva’yı da ikna ediyor bir biçimde. Bir an okura absürt gelebilecek bir fikir, her borçlanan banka soymaya kalksa, ne banka kalırdı ne de hapishanelerde yer. Fakat Bev’i sayfalar sayfalar okuyarak tanıyınca, bunun tamamıyla borçlanmadan kaynaklanmadığını anlıyoruz. Bev’den ziyade benim ilgimi çeken karakter Neeva oldu, zirâ hayatın akışına kendini kaptırıp Great Falls gibi sıkıcı bir yere gelen, burada sıkışmışlık, anlamsızlık gibi hisleri ruhunda taşıyan bir kadının banka soymaya ikna olması ilkin garip geliyor fakat karakterle empati kurunca hayatında cesaret edemediği her şey için ödediği bir diyet olduğunu anlıyoruz. Neeva çok hüzünlü bir karakter benim için, romanda onun olduğu kısım boyunca yaşadığı derin boğulmuşluğu iliklerime kadar hissettim: yemek hazırlarken gözümde canlandı misâl, verandada kitap okurken, şiir yazarken…tüm bunlarla meşgulken zihninden neler geçiyordu? Her şey için kendini mi suçluyordu? Evlendiği, anne olduğu için pişman mıydı? Ford’un karakterleri ete kemiğe bürünüyor okurun zihninde, iyi ya da kötü olduklarını düşünmekten ziyade içselleştirip anlamaya çalışıyoruz.

Romanda en ilgi çeken karakter Neeva çünkü genel olarak olduramamışlığın sembolü bence, hayat bizi birtakım yollara savursa bile başka yolu seçmek mümkün fakat Neeva kendinde o gücü hiçbir zaman bulamıyor, dahası bunu yapamayacak kadar zayıf olduğunu düşünüyor ama banka soymaya ikna olabiliyor. Bir bakıma, ne isterse yapabileceğini, sözgelimi çocuklarını alıp Tacoma’daki ailesinin yanına dönebileceğini çok iyi biliyor fakat bunu yapmıyor, yapmak da istemiyor. Banka soymanın olumsuz neticeleneceğini çok iyi bildiğini düşünüyorum, Bev’den daha zeki bence; bu eylemin olumsuz sonuçlanması hâlinde nihayet istediğine kavuşacağını başından beri biliyordu Neeva, nitekim yakalanıp hapse atıldıktan sonra da bunu gerçekleştirdi. Romanın bende en fazla etki eden bölümü otuz yedincisiydi, Neeva’yı orada tam olarak görmüş oldum.

İşlediği suça rağmen Bev’in hiçbir şey için pişman olmaması yahut bunu belli etmemesi beni öfkelendirdi, salt kendi kaderini değil, karısının ve çocuklarının da tüm yolunu değiştirdiği göz önüne alınırsa, bir parça suçluluk duymasını beklerdim fakat böyledir, birileri bir şey yapar, diğerleri sonuçlarına katlanır, birileri de öylece yaşar. Hatta hak ettiğini düşündüğünüz sonuca da varmaz, bir yerlerde yaşamaya devam eder. Oğlu Dell de şöyle demek zorunda kalır: “Yaptıkların. Hiç yapmadıkların. Hayalini kurdukların. Üstünden uzun zaman geçtikten sonra, bunların hepsi iç içe geçiyor” (sf.104). Gerçi bir noktada Dell babasını her çökmüş adamda görüyor ama ne olursa olsun onları sevdiği için kendi gözünde bahane ürettiğini düşünüyorum.

Berner da enteresan bir karakter fakat en azından ailenin en cesur üyesi – kaçıp kendi yolunu bulmak istemesi onu benim gözümde kıymetli kıldı, ebeveyni yahut devlet tarafından çizilmeye çalışılan kadere boyun eğmedi, bir biçimde hem kendi, hem de annesinin kaderini kırmış oldu.

Romanın ikinci bölümünde, Neeva’nın plânıyla, arkadaşı Mildred devlet yetkililerinden önce gelip Dell’i alarak Kanada’daki erkek kardeşi Arthur Remlinger’ın yanına götürüyor. Bir başka tuhaf baba figürü – elbette Arthur evli filan değil ama en azından Bev’in devamı gibi algıladım okurken. Arthur da kibar, yakışıklı ve işinde gücünde görünen fakat korkunç sırlar saklayan bir karakter. Sınırın öte yanındaki Saskatchewan’da başlıyor esas Dell’in büyüme hikâyesi: bir kere burada kendi başının çaresine bakmak zorunda. Arthur’un ona verdiği işleri yaparken bir yandan da hayatını anlamlandırmaya gayret ediyor. Dell’in yolculuğunu çok iyi anlıyorum çünkü hayatın karşımıza çıkardığı pek çok şeyin bir anlamı yok, buna anlam atfeden sadece biziz. Aslında Dell de bu anlam arayışında sakin kalarak kurtuluyor beladan. Bir sabah uyandığımızda anne – babamızın banka soyacağını bilemeyiz, kezâ yanına sığındığımız adamın suçlu olduğunu da. En nihayetinde Dell “ona verilen öğütlerle” hayatını devam ettirmeye çabalıyor: dayanıklılık, kabullenme, vazgeçme…

Romanın üçüncü ve son bölümü hakikaten hiç unutamayacağım bir bölüm, olayların üzerinden geçen senelerden sonra, Dell’i emekliliğe adım atan bir İngilizce öğretmeni olarak görüyoruz. Evlenmiş ve ne hikmetse (!) çocukları olmamış. Dahasını söyleyip kitabı okumamış olacaklara ayıp etmek istemiyorum ama finalin beni ağlattığını söyleyebilirim. Dell’in tüm mücadelesine, hayatta kalma çabasına şahit olmuş biri olarak son sözüyle kendimi koyverdim çünkü bir ömrün yükü birikir hepimizde. Bir biçimde ruhumuzda taşırız bunu, her neredeysek, ne yaşıyorsak. Dell’de insan olmaya dair her şeyi görüyor okur. Sanırım baş karaktere dair en büyük hissim bu, onda kendimi ve etrafımdaki insanları gördüm. Çabamızı. Anlamlandırmaya çalıştığımız her şeyi. Edebiyatın önemini. Satrançla yola çıkan Dell’in edebiyata yönelmesi hiç de tuhaf değil. Hardy göndermesi mesela, romanı okuduktan sonra uzun uzun düşündüm, evet, bir bağlam kurdum kendimce.

Richard Ford’un en büyük başarısı bence kullandığı dil ve olayları anlatma biçimi. Bir kere acele etmiyor, insana dair ne varsa, insanca anlatıyor yazar. Tutturduğu dil bunu destekler nitelikte. Her türden karakterin bulunduğu bir romanda, okura hepsine dair bir fikir üretmek için gerekli zamanı tanıyor, olaylar üzerine düşünmeye sevk ediyor. Aralara serpiştirdiği birtakım fikirler epey anlamlı ve derin. Çocukların gözlem yeteneğiyle ilgili söyledikleri çok doğru bana göre, yetişkinlerden daha aklıselim olabiliyor çoğu, nitekim roman boyunca yaşadığı her şeye rağmen sakinliğini, sağduyusunu koruyor Dell, karıştığı habis olaya bile uyum sağlayabiliyor, isteksiz de olsa. Okurken onu suçlamıyor, anlıyoruz; yargılamıyor, hak veriyoruz. Adım adım izlerken belki biz de aynısını yapardık diyoruz çünkü davulun sesi uzaktan hoş gelir, insan zor durumda ne yapacağını bilemez: ha tabii, pek az kişi zor durumda banka soyar, orası ayrı.

Elbette bu roman bir Bildungsroman olarak da okunabilir, Dell’in David Copperfield’dan, Holden’dan, Jane Eyre’de ya da Harry Potter’dan bir farkı yoktur o bağlamda, kendi koşullarında, kendi yaşamını yaratmıştır bir şekilde fakat salt bu açıdan okumanın, romanın derinliğini azımsamak olduğu kanaatindeyim. Bunun en temel sebebi, olayların başladığı andan itibaren Dell’in aklıselim davranmaya gayret etmesi.

Bir yandan da alt metinde, Amerikan Rüya’sına dair anti bir tutum görüyorum, bilhassa aile tanımı üzerinden. Çekirdek bir ailenin, Amerika’nın vaat ettiklerine bir anda karşıt olması doğru bir tutum bence, hayat öyle ol deriz olur gibi bir şey olmuyor çoğunlukla, bu minvalde söylenen her şey, kapitalizmin sunduğu tüm soslu fikirler tamamen göz boyamak için yapılıyor. Bev Parsons’ın daha fazla para kazanmak gibi bir derdi mi vardı yoksa istediği hayatı bir türlü gerçekleştiremediği için mi bu kadar uğraşıyor? Azla yetinmeyi bilmiyor mu? Sadece çocuklarının güvenliği için mi banka soydu yoksa zaten bunun müthiş bir fikir olduğunu mu düşünüyordu? Amerikan Rüya’sı Parsons ailesini es mi geçti? Yoksa zaten rüya içinde bir rüya mıydı?

Richard Ford’un nahif bir anlatımla insanı bunca düşünmeye itmesi, onu benim gözümde çok iyi bir yazar yapıyor. Romanı sadece buraya indirgemek biraz haksızlık tabii fakat Kanada en fazla bu açıdan beni etkiledi. Böyle bir dille, böyle bir anlatımla bu kadar etkili, okurun ruhunu ele geçiren bir roman yazmak ustalık işi bana göre, zirâ yazarlar dilin tüm olanaklarını kullanmayı, yer yer onu zorlamayı severler ama okuduğum iki romandan yola çıkarak Ford’un böyle bir derdi olduğunu düşünmüyorum. Hayat yeteri kadar çarpıcı, bir de dili allayıp pullayarak işi abartıya götürmeye gerek yok. “Bir sabah tuhaf rüyalarından uyandığında kendini banka soyan bir suçlu olarak buldu Bev Parsons” yazsaydın keşke Ford, belki romanı sıkıcı bulanlara umar olurdu. İşin ironisi bir yana, romanın sıkıcı olmaya vakti yok, zirâ Dell gibi bir karakterin tehlikeye düşmemesi yahut hayatını ziyan etmemesi için okur bile bir çaba içine giriyor. Biri bu çocuğu kurtarsın diyorsun mesela, devlet değil ama. Sonuçta “çabalıyor” Dell, biz de öyle.

“Öğrencilerime hep Thomas Hardy’nin uzun ömrünü düşünmelerini öğütlüyorum. Doğum:1840 Ölüm:1928. Bütün o zaman zarfında gördüğü onca şey, hayatının yaşadığı değişimler… Onları bir “hayat görüşü” geliştirmeleri, hayal güçlerini zenginleştirmeleri, bu dünyadaki varlıklarını salt sonsuza dek sürecek bir tesadüfler dizisi değil, hem somut hem de sonlu bir hayat olarak görmeleri konusunda yüreklendirmeye çalışıyorum. Hayatı dikkate almanın bir yolu olarak bunu yapmalarını istiyorum.” (sf.497)

Öyle romanlar var ki siz onu unuttuğunuzu sandığınız anda, bir yerde, bir köşede sizi yakalıyor, kıstırıyor köşede. Shuggie Bain‘i düşünmediğim bir günüm olmadı mesela, Hayat, Sil Baştan‘ın Ursula’sı hep köşe başında yahut Buzdan Top‘un Ercan’ı ile Meral‘in Meral’iyle hasbihal ediyorum kimi zaman, bir masadan. Clarice zaten aynada hep karşımda, durmadan konuşuyor. Kanada romanından bana kalansa Dell ve Neeva. İki karakteri de epey içselleştirdim, bilhassa hapse girmeden evvel her satırda Neeva’nın ruhuna sızan hüznünü çok sevdim. Bir nevi bu hüznün oğluna sızdığını düşünüyorum. Dell’e göre annesi Berner’a daha yakındı fakat bence Dell’e de uzak değildi Neeva, sadece onda kendini görüyordu, kendisi gibi olmasını istemiyordu. Great Falls’a sıkışmış, potansiyelini gerçekleştirememiş, hatta bu potansiyelinin olduğuna inancını çoktan yitirmiş bir yetişkin olmasından korkutuğu için oğlundan uzak duruyordu ama kaçırdığı bir şey var: Dell (ve bütün çocukları) çok iyi gözlemciler, annesinin ruhunu okuyabiliyordu, istese de istemese de, ondan bir parça ruh aldı, yaşamı boyunca da içinde taşıdı. Tıpkı onu son görüşünün son görüşü olduğunu bilse daha fazla şey söylemek istemesi gibi, okurlara söylemese de.

Richard Ford’un Kanada romanı benim için büyük listemde yer alan bir kitap oldu artık. Zaman zaman döneceğim, yakın arkadaşlarıma önereceğim muhakkak, okuyanlarla konuşacağım ama niçinse roman ağzımda tuhaf bir tat bıraktı, içimde bir burukluk var. Dell için hep üzüleceğim, satranç ustası olsaydı ne olacaktı, Rusya’yı ziyaret edecek miydi, çocuk sahibi olacak mıydı diye düşüneceğim. Romanı da hiç unutmayacağım – bana hissettirdiklerini de. Çabalamaya devam edeceğim, Dell gibi. Bir biçimde.

DENİZKIZI OLMAK ÜZERE YOLA ÇIKAN BALIKÇI DULLARI

Edebiyatın kışkırtıcı etkisine daima inanan bir okur olarak, cesur metinleri öteden beri çok sevdim. Fakat niçinse, eleştirmenler ve okurlar, bu tarz metinlere hep tuhaf bir kibirle yaklaştılar. Kurgunun kuvvetini anlamayanlara, bir metnin neleri içerebileceğini anlatmak epey zor diye düşünerek bu tarz yorumları kulak arkası etmeyi tercih ettim. Amerikan edebiyatı okumaya karar vermemde böylesi cesur metinlerin etkisi büyüktü. Üniversitede tanıştığım Kathy Acker, William Burroughs, Rachel Ingalls gibi yazarlar bana edebiyatın hem kuraldışı hem de güçlü olabileceğini kanıtladıktan sonra artık her şeye açıktım.

Kanadalı yazar Marian Engel ise hiç okumadığım bir yazardı. Oysa Kanada edebiyatının en mühim isimlerinden biri olduğunu okudum. Taze taze, Duygu Akın çevirisiyle Harfa Kitap’tan  yayımlanan tartışmalı novellası ‘Ayı’ bir oturuşta okuduğum bir eserdi. Dumur etti beni, kışkırttı, boğazımı kuruttu ve oturduğum koltuğun ucuna kaymama sebep oldu. Engel’in sadeliğinde çok sert, sahici ve vahşi bir şeyler var. İlk bakışta bir ayıyla duygusal bir bağ yakalayan bir kadının hikâyesi olarak algılansa da, kısacık yolculuğun içindeki derin detaylarıyla okurunu yerine mıhlayan bir kitap Ayı.

Konu epeyce basit: kitapların arasında, sıradan, monoton bir hayat yaşayan Lou ismindeki kadının (isim seçmede bile oldukça başarılı Engel, Lou gibi androjen bir isim seçmiş: bence anlamı, erkek egemen bir dünyadan güvenli alanda olmak.) geçici görevlendirmeyle Ontario’nun kuzeyine gitmesi, burada Colonel Cary tarafından bırakılan tekinsiz bir yerde bir ayıyla karşılaşması, zamanla iç dünyasında yaşanan birtakım sarsılmalarla bu nahif hayvanla (!) yakınlaşması. Kulağa garip ve basit geliyor değil mi? Oysa dahası var…

Alt metinde, Lou’nun çocuğu olmayan bir kadın kadar çorak, duygusal ve ruhsal anlamda kısır olması; onu heyecanlandıracak, hayata döndürecek, kendini bulmasını sağlayacak ne bir insanla ne de bir olayla karşılaşması; etrafında olan bitenin onu hiçbir biçimde güvenli bölgesinden çıkmaya ikna edememesi – ki bu bölge yoğun bir biçimde kitapları içeriyor – ; bir yandan insani bir yalnızlığın pençesinde savaşırken, beri yanda hayvani içgüdüleriyle de hesaplaşması gibi pek çok okuma yapılabilen bir metin bu. Aynı zamanda, Şamanizm yahut Paganizm’e kadar uzanacak ögeler ve ipuçları vermesi de okumanın bonusu diye düşünüyorum. Ayının bir tanrı olarak yer yer hissedilmesi, metne uhrevi bir hava katarken,okurun merakını da dimdik ayakta tutuyor. İşin en enteresan yanı, Engel’in bunu, basitle karmaşık yapı şeklinde harmanlaması. Sözgelimi, basit bir sahnede Lou, işini yapıp kataloglama ile uğraşırken hemen arkasında ayıyla yaşadığı bir deneyim kurgulanmış – okura sıcak su, soğuk su etkisi. Bir yandan da bunu derin bir zarafetle yapmış yazar. Rachel Ingalls’ın Bayan Caliban eserinde olduğu gibi, tüyleri diken diken eden bir kendilik vardı novellada.

Memleketi Kanada’da tartışmalı kalmış olsa, ve hatta ülkemdeki okurların pek çoğu da bu metni irkiltici ve rahatsız edici bulacak olsa da,  Ayı, benim bu zamana kadar okuduğum en çarpıcı, en sahici metinlerden biri. Dahası, her daim iddia ettiğim üzere insanın da bir hayvan olduğunu, ne yaparsak yapalım hayvani içgüdülerimizden kurtulamayacağımızın adeta bir kanıtı olması bakımından da çok iştah kabartıcı. Nitekim, insan asırlar içinde, kibrinden dolayı kendini tüm canlıların üstünde görse dahi, pek çok örnekte görüldüğü üzere (gerçek ya da kurgu) insan düşünebilen bir hayvan en nihayetinde. Bunun ortaya çıkmasının güzel bir örneğini okuyoruz esasında Engel’in novellasında. Sekseninci sayfada muazzam bir ruhsal meditasyonu var Lou’nun – tastamam orada insanın ruhsallığı, tanrısallığı ve hayvansılığı arasındaki bıçak sırtını hissedebiliyoruz. Şu kısacık metin üzerine tez bile yazılır bence, o kadar söylüyorum.

1976’da yayımlandığında Marian Engel zaten önemli bir yazar olarak biliniyormuş Kanada’da fakat yine de, bu denli cesur olması ayakta alkışlanmalı diye düşünüyorum. İnsan olmanın nüanslarını çok iyi anlamış bir yazar kesinlikle; aynı kuşaktan olmaları sebebiyle de, kendisini Margaret Atwood’un yanına yerleştirebileceğimizi düşünüyorum. Hatta bir adım öteye giderek: Atwood’un sayfalar, sayfalarca yazarak yaptığı etkiyi, Engel’in 127 sayfada,tereyağından kıl çeker gibi yaptığını iddia ediyorum.Elbette bu tek bir okur olarak benim yorumum bu fakat Ayı her sene okuyup yeni bir şey keşfetmek isteyeceğim bir metin. Belki Lou’nun okuduğu notların birleşmesiyle oluşturacağım bambaşka mistik bir hikaye bile yaratabilirim bir noktada, o denli zengin materyal sunmuş Engel.

Bu novellanın özünü anlayacak okurların çok olmasını temenni ederek sözlerime son vermek istiyorum. İyi ki dilimize aktarılmış dediğim bir eser oldu Ayı,üstelik Duygu Akın’ın harikulâde çevirisiyle, ve enfes bir kadın hikayesi okumak suretiyle. Eh, bir okur daha fazla ne isteyebilir ki?