AİLE CEHENNEMDİR

“Hayatımızı ve onu bitiren eylemlerimizi, her ikisini de doğru anlamak için, akılda tutmaya mecbur olduğumuz tek şeyin – biri normal diğeri yıkıcı – iki yüzü olarak görmek en iyisidir. Bunlar birbirine göbekten bağlıdır. Hayatımıza başka türlü bakmak, yaşadığımız hayatı, makûl ve sıradan kısmın, bizzat yaşananlar açısından her şeyin bir anlam ifade ettiği kısmın küçümsenmesi tehlikesini beraberinde getirir – ki bu kısım olmasa tüm bunlarda anlatılmaya değer bir şey de yoktur.” (sf.48)

Birçok alanda aile tanımı yapmak mümkün, aile şudur, budur; şu şekilde şekillenir gibi bir dolu açıklama bulabilirsiniz. Kitaplarda, internette, bloglarda, yazılarda… Aile ve insan üzerine atıp tuttuğumuz doğru fakat bir yandan da, toplumlar, aileden gelen travmalarla baş etmeye çalışan bireylerle dolup taşar. Her ailenin kendine özgü, fonksiyonel olmayan yaşantısı var, buna ayak uydurmaya çalışan çocuklar, kaybolmuş bireylere evriliyor bir bakıma. Aileni seçemezsin klişesinden de öte bir durum bu. Aile cehennemdir, dünyanın en anlayışlı ebeveynine sahip olsan da.

Amerikalı yazar Richard Ford’u ilk kere, Jaguar Kitap‘tan çıkan Vahşi Hayat kitabıyla tanıdım, oysa 1944 doğumlu, epey de üretken bir yazar. Daha sonra da, Carey Mulligan ve Jake Gyllenhaal’un başrolünde yer aldığı, 2018 yapımı sinema uyarlamasını izlediğim Vahşi Hayat, yazara bağlanmama sebep oldu çünkü bir kere, aile kavramına klasik anlamda yaklaşmaması, onu benim gözümde marjinal bir yazar yapıyordu. Bilhassa kalıplaşmış konuları bambaşka açıdan okura sunan yazarlara özel bir saygım var, Ford da istisna değil. Geçtiğimiz günlerde, Umay Öze çevirisiyle yayımlanan Kanada romanını duyunca yine iştahım kabardı bir okur olarak, enteresan bir konusu vardı romanın. Anne – babası banka soyan on beş yaşındaki bir çocuğun hikâyesi anlatılıyordu, ben de buna uygun, macera dolu bir anlatım olur diye düşünerek kitabı edindim fakat daha evvel Ford’un olaylara bakış açısını keşfetmiş biri olarak bu denli tuzağa düşmek bana yakışmadı, zirâ bu romandaki anlatım, beklediğimin tastamam zıttıydı. Bu da, romanın üzerimdeki tesirini katbekat artırdı, hatta duygularımı yerle bir etti.

Romanın girişinde tanıştığımız Parsons ailesi, bakıldığında son derece standart bir çekirdek aile izlenimi veriyor: asker bir baba, Great Falls’ta kısılıp kalmış, edebiyata ve sanata düşkün, Yahudi göçmeni bir anne, ikiz çocuklar. Bev Parsons, tutkuları olan, her an tuhaf eylemlere meyyâl, yakışıklı, karizmatik bir adam; Neeva Kemper ise sakin, hayatın huzursuzluğunu derinden hisseden, mutsuzluğunu gündelik işlere, ve en fazla şiire saklayan bir kadın – ikisinin evlenmiş olması Dell’e göre mucize (Dell on beş yaşında, hikâyenin anlatıcısı) çünkü Tacoma’ya göçen Yahudi bir anne ile babanın, kızları Geneva için beklentileri çok farklı, dünyanın her yerinde olduğu gibi basmakalıp bir evlilik fikirleri var: doktorla evlensin Neeva yahut mühendisle! Bu bağlamda, Neeva’nın cesur olduğu yorumunu yapabilirim, her ne kadar kırılgan ve zayıf olduğunu düşünse de. Dell’in ikiz kız kardeşi Berner ise ailenin aykırı üyesi, daha küçüklüğünden farklı bir yol seçeceğini belli ediyor, fikirlerini savunmaktan da geri durmuyor. Her şeye rağmen, gündelik yaşantılarına devam ediyorlar; neticede ne olursa olsun hayat akıp gidiyor.

Her şeyin değişmesinin sebebi Bev’in delişmen davranışları oluyor. Askerlikten ayrıldıktan sonra yetenekli olduğunu iddia ettiği birtakım işler yapıyor Bev, tabii bu işleri eline yüzüne bulaştırmakta üstüne yok. Kaçak et işine girdiğindeyse (ta askerken yaptığı bir şey), ailenin talihini kökünden değiştirdiğinden habersiz. Borçlanıyor, borcunu ödemek için banka soymaya karar veriyor, buna Neeva’yı da ikna ediyor bir biçimde. Bir an okura absürt gelebilecek bir fikir, her borçlanan banka soymaya kalksa, ne banka kalırdı ne de hapishanelerde yer. Fakat Bev’i sayfalar sayfalar okuyarak tanıyınca, bunun tamamıyla borçlanmadan kaynaklanmadığını anlıyoruz. Bev’den ziyade benim ilgimi çeken karakter Neeva oldu, zirâ hayatın akışına kendini kaptırıp Great Falls gibi sıkıcı bir yere gelen, burada sıkışmışlık, anlamsızlık gibi hisleri ruhunda taşıyan bir kadının banka soymaya ikna olması ilkin garip geliyor fakat karakterle empati kurunca hayatında cesaret edemediği her şey için ödediği bir diyet olduğunu anlıyoruz. Neeva çok hüzünlü bir karakter benim için, romanda onun olduğu kısım boyunca yaşadığı derin boğulmuşluğu iliklerime kadar hissettim: yemek hazırlarken gözümde canlandı misâl, verandada kitap okurken, şiir yazarken…tüm bunlarla meşgulken zihninden neler geçiyordu? Her şey için kendini mi suçluyordu? Evlendiği, anne olduğu için pişman mıydı? Ford’un karakterleri ete kemiğe bürünüyor okurun zihninde, iyi ya da kötü olduklarını düşünmekten ziyade içselleştirip anlamaya çalışıyoruz.

Romanda en ilgi çeken karakter Neeva çünkü genel olarak olduramamışlığın sembolü bence, hayat bizi birtakım yollara savursa bile başka yolu seçmek mümkün fakat Neeva kendinde o gücü hiçbir zaman bulamıyor, dahası bunu yapamayacak kadar zayıf olduğunu düşünüyor ama banka soymaya ikna olabiliyor. Bir bakıma, ne isterse yapabileceğini, sözgelimi çocuklarını alıp Tacoma’daki ailesinin yanına dönebileceğini çok iyi biliyor fakat bunu yapmıyor, yapmak da istemiyor. Banka soymanın olumsuz neticeleneceğini çok iyi bildiğini düşünüyorum, Bev’den daha zeki bence; bu eylemin olumsuz sonuçlanması hâlinde nihayet istediğine kavuşacağını başından beri biliyordu Neeva, nitekim yakalanıp hapse atıldıktan sonra da bunu gerçekleştirdi. Romanın bende en fazla etki eden bölümü otuz yedincisiydi, Neeva’yı orada tam olarak görmüş oldum.

İşlediği suça rağmen Bev’in hiçbir şey için pişman olmaması yahut bunu belli etmemesi beni öfkelendirdi, salt kendi kaderini değil, karısının ve çocuklarının da tüm yolunu değiştirdiği göz önüne alınırsa, bir parça suçluluk duymasını beklerdim fakat böyledir, birileri bir şey yapar, diğerleri sonuçlarına katlanır, birileri de öylece yaşar. Hatta hak ettiğini düşündüğünüz sonuca da varmaz, bir yerlerde yaşamaya devam eder. Oğlu Dell de şöyle demek zorunda kalır: “Yaptıkların. Hiç yapmadıkların. Hayalini kurdukların. Üstünden uzun zaman geçtikten sonra, bunların hepsi iç içe geçiyor” (sf.104). Gerçi bir noktada Dell babasını her çökmüş adamda görüyor ama ne olursa olsun onları sevdiği için kendi gözünde bahane ürettiğini düşünüyorum.

Berner da enteresan bir karakter fakat en azından ailenin en cesur üyesi – kaçıp kendi yolunu bulmak istemesi onu benim gözümde kıymetli kıldı, ebeveyni yahut devlet tarafından çizilmeye çalışılan kadere boyun eğmedi, bir biçimde hem kendi, hem de annesinin kaderini kırmış oldu.

Romanın ikinci bölümünde, Neeva’nın plânıyla, arkadaşı Mildred devlet yetkililerinden önce gelip Dell’i alarak Kanada’daki erkek kardeşi Arthur Remlinger’ın yanına götürüyor. Bir başka tuhaf baba figürü – elbette Arthur evli filan değil ama en azından Bev’in devamı gibi algıladım okurken. Arthur da kibar, yakışıklı ve işinde gücünde görünen fakat korkunç sırlar saklayan bir karakter. Sınırın öte yanındaki Saskatchewan’da başlıyor esas Dell’in büyüme hikâyesi: bir kere burada kendi başının çaresine bakmak zorunda. Arthur’un ona verdiği işleri yaparken bir yandan da hayatını anlamlandırmaya gayret ediyor. Dell’in yolculuğunu çok iyi anlıyorum çünkü hayatın karşımıza çıkardığı pek çok şeyin bir anlamı yok, buna anlam atfeden sadece biziz. Aslında Dell de bu anlam arayışında sakin kalarak kurtuluyor beladan. Bir sabah uyandığımızda anne – babamızın banka soyacağını bilemeyiz, kezâ yanına sığındığımız adamın suçlu olduğunu da. En nihayetinde Dell “ona verilen öğütlerle” hayatını devam ettirmeye çabalıyor: dayanıklılık, kabullenme, vazgeçme…

Romanın üçüncü ve son bölümü hakikaten hiç unutamayacağım bir bölüm, olayların üzerinden geçen senelerden sonra, Dell’i emekliliğe adım atan bir İngilizce öğretmeni olarak görüyoruz. Evlenmiş ve ne hikmetse (!) çocukları olmamış. Dahasını söyleyip kitabı okumamış olacaklara ayıp etmek istemiyorum ama finalin beni ağlattığını söyleyebilirim. Dell’in tüm mücadelesine, hayatta kalma çabasına şahit olmuş biri olarak son sözüyle kendimi koyverdim çünkü bir ömrün yükü birikir hepimizde. Bir biçimde ruhumuzda taşırız bunu, her neredeysek, ne yaşıyorsak. Dell’de insan olmaya dair her şeyi görüyor okur. Sanırım baş karaktere dair en büyük hissim bu, onda kendimi ve etrafımdaki insanları gördüm. Çabamızı. Anlamlandırmaya çalıştığımız her şeyi. Edebiyatın önemini. Satrançla yola çıkan Dell’in edebiyata yönelmesi hiç de tuhaf değil. Hardy göndermesi mesela, romanı okuduktan sonra uzun uzun düşündüm, evet, bir bağlam kurdum kendimce.

Richard Ford’un en büyük başarısı bence kullandığı dil ve olayları anlatma biçimi. Bir kere acele etmiyor, insana dair ne varsa, insanca anlatıyor yazar. Tutturduğu dil bunu destekler nitelikte. Her türden karakterin bulunduğu bir romanda, okura hepsine dair bir fikir üretmek için gerekli zamanı tanıyor, olaylar üzerine düşünmeye sevk ediyor. Aralara serpiştirdiği birtakım fikirler epey anlamlı ve derin. Çocukların gözlem yeteneğiyle ilgili söyledikleri çok doğru bana göre, yetişkinlerden daha aklıselim olabiliyor çoğu, nitekim roman boyunca yaşadığı her şeye rağmen sakinliğini, sağduyusunu koruyor Dell, karıştığı habis olaya bile uyum sağlayabiliyor, isteksiz de olsa. Okurken onu suçlamıyor, anlıyoruz; yargılamıyor, hak veriyoruz. Adım adım izlerken belki biz de aynısını yapardık diyoruz çünkü davulun sesi uzaktan hoş gelir, insan zor durumda ne yapacağını bilemez: ha tabii, pek az kişi zor durumda banka soyar, orası ayrı.

Elbette bu roman bir Bildungsroman olarak da okunabilir, Dell’in David Copperfield’dan, Holden’dan, Jane Eyre’de ya da Harry Potter’dan bir farkı yoktur o bağlamda, kendi koşullarında, kendi yaşamını yaratmıştır bir şekilde fakat salt bu açıdan okumanın, romanın derinliğini azımsamak olduğu kanaatindeyim. Bunun en temel sebebi, olayların başladığı andan itibaren Dell’in aklıselim davranmaya gayret etmesi.

Bir yandan da alt metinde, Amerikan Rüya’sına dair anti bir tutum görüyorum, bilhassa aile tanımı üzerinden. Çekirdek bir ailenin, Amerika’nın vaat ettiklerine bir anda karşıt olması doğru bir tutum bence, hayat öyle ol deriz olur gibi bir şey olmuyor çoğunlukla, bu minvalde söylenen her şey, kapitalizmin sunduğu tüm soslu fikirler tamamen göz boyamak için yapılıyor. Bev Parsons’ın daha fazla para kazanmak gibi bir derdi mi vardı yoksa istediği hayatı bir türlü gerçekleştiremediği için mi bu kadar uğraşıyor? Azla yetinmeyi bilmiyor mu? Sadece çocuklarının güvenliği için mi banka soydu yoksa zaten bunun müthiş bir fikir olduğunu mu düşünüyordu? Amerikan Rüya’sı Parsons ailesini es mi geçti? Yoksa zaten rüya içinde bir rüya mıydı?

Richard Ford’un nahif bir anlatımla insanı bunca düşünmeye itmesi, onu benim gözümde çok iyi bir yazar yapıyor. Romanı sadece buraya indirgemek biraz haksızlık tabii fakat Kanada en fazla bu açıdan beni etkiledi. Böyle bir dille, böyle bir anlatımla bu kadar etkili, okurun ruhunu ele geçiren bir roman yazmak ustalık işi bana göre, zirâ yazarlar dilin tüm olanaklarını kullanmayı, yer yer onu zorlamayı severler ama okuduğum iki romandan yola çıkarak Ford’un böyle bir derdi olduğunu düşünmüyorum. Hayat yeteri kadar çarpıcı, bir de dili allayıp pullayarak işi abartıya götürmeye gerek yok. “Bir sabah tuhaf rüyalarından uyandığında kendini banka soyan bir suçlu olarak buldu Bev Parsons” yazsaydın keşke Ford, belki romanı sıkıcı bulanlara umar olurdu. İşin ironisi bir yana, romanın sıkıcı olmaya vakti yok, zirâ Dell gibi bir karakterin tehlikeye düşmemesi yahut hayatını ziyan etmemesi için okur bile bir çaba içine giriyor. Biri bu çocuğu kurtarsın diyorsun mesela, devlet değil ama. Sonuçta “çabalıyor” Dell, biz de öyle.

“Öğrencilerime hep Thomas Hardy’nin uzun ömrünü düşünmelerini öğütlüyorum. Doğum:1840 Ölüm:1928. Bütün o zaman zarfında gördüğü onca şey, hayatının yaşadığı değişimler… Onları bir “hayat görüşü” geliştirmeleri, hayal güçlerini zenginleştirmeleri, bu dünyadaki varlıklarını salt sonsuza dek sürecek bir tesadüfler dizisi değil, hem somut hem de sonlu bir hayat olarak görmeleri konusunda yüreklendirmeye çalışıyorum. Hayatı dikkate almanın bir yolu olarak bunu yapmalarını istiyorum.” (sf.497)

Öyle romanlar var ki siz onu unuttuğunuzu sandığınız anda, bir yerde, bir köşede sizi yakalıyor, kıstırıyor köşede. Shuggie Bain‘i düşünmediğim bir günüm olmadı mesela, Hayat, Sil Baştan‘ın Ursula’sı hep köşe başında yahut Buzdan Top‘un Ercan’ı ile Meral‘in Meral’iyle hasbihal ediyorum kimi zaman, bir masadan. Clarice zaten aynada hep karşımda, durmadan konuşuyor. Kanada romanından bana kalansa Dell ve Neeva. İki karakteri de epey içselleştirdim, bilhassa hapse girmeden evvel her satırda Neeva’nın ruhuna sızan hüznünü çok sevdim. Bir nevi bu hüznün oğluna sızdığını düşünüyorum. Dell’e göre annesi Berner’a daha yakındı fakat bence Dell’e de uzak değildi Neeva, sadece onda kendini görüyordu, kendisi gibi olmasını istemiyordu. Great Falls’a sıkışmış, potansiyelini gerçekleştirememiş, hatta bu potansiyelinin olduğuna inancını çoktan yitirmiş bir yetişkin olmasından korkutuğu için oğlundan uzak duruyordu ama kaçırdığı bir şey var: Dell (ve bütün çocukları) çok iyi gözlemciler, annesinin ruhunu okuyabiliyordu, istese de istemese de, ondan bir parça ruh aldı, yaşamı boyunca da içinde taşıdı. Tıpkı onu son görüşünün son görüşü olduğunu bilse daha fazla şey söylemek istemesi gibi, okurlara söylemese de.

Richard Ford’un Kanada romanı benim için büyük listemde yer alan bir kitap oldu artık. Zaman zaman döneceğim, yakın arkadaşlarıma önereceğim muhakkak, okuyanlarla konuşacağım ama niçinse roman ağzımda tuhaf bir tat bıraktı, içimde bir burukluk var. Dell için hep üzüleceğim, satranç ustası olsaydı ne olacaktı, Rusya’yı ziyaret edecek miydi, çocuk sahibi olacak mıydı diye düşüneceğim. Romanı da hiç unutmayacağım – bana hissettirdiklerini de. Çabalamaya devam edeceğim, Dell gibi. Bir biçimde.

GERÇEK ŞU Kİ:NEVİ ŞAHSINA MÜNHASIR

Jane Austen ve Amy Adams ve tabii ki Meryl için…

Daha evvel yazdığım tüm yazıları unutup buraya konsantre olmanızı rica edeceğim. Bu diyeti ödemek için neredeyse bir haftadır kıvranıyorum çünkü tastamam bir haftadır ayaklarım yere basmıyor, hülyalı hülyalı dolanıyorum. Sosyal medyanın toksik etkisinden mütevellit epeydir kenarda tuttuğum, okumayı reddettiğim, kendimce triplere girdiğim bir kitabı, ördekler,newburyport (ducks,newburryport, 2019) okuyordum son bir haftadır: aklınıza gelebilecek her yerde, tuvalette misâl yahut metroya yürürken. Böyle bir roman bu, sel gibi, taşkın gibi, heyelan gibi – okuru alıp götürüyor utanmadan, çok fazlasını talep ediyor fakat bunları yaparken yormuyor, üzmüyor, bazan kalbinizi kırıyor sadece; ufacık. O da hassas ya da duygusal bir okursanız; yahut Anıl sayesinde öğrendiğim üzere ‘naif okur’ – ben öyleyim ve utanmıyorum ki. Bağlanırım hemencecik, başka şeyler düşünemem, mütemadiyen kitapla yatar kalkarım. ördekler,newburyport da bunun ötesine geçtiğimi itiraf etmeliyim, girdaba kapıldım gittim. Hatta yemek yemeyi unuttuğum bile oldu. Abartmadan bir şeyi sevemiyorsun diyen hater‘ıma selam olsun!

Bu kitabı yazacağım fakat nasıl diye uzun bir müddet düşündüm çünkü genelde bir kitap üzerine düşüncelerimi sıralarken hiç tereddüt etmem, akar gider kalemim. ördekler,newburyport için başka bir durum söz konusu: öncesinde okuduğum hiçbir şeye benzemediği için, kelimelerin de nasıl dizileceğini bilemiyorum şu an – deneyeceğim. Gevezeliğim için şimdiden özür dilerim, bunu yapmak zorundayım. Kitaba geçmeden evvel bir ara kızdığım ama bir sosyal medya şaklabanının hatasını (kim olduğunu tahmin etmek epey kolay!) onlara mâl edemeyeceğim idealist yayınevi Yedi Yayınları‘na ve bu deli, kaçık, maceraperest romanı azimle, sabırla, direnerek çeviren Mahir Koçak‘a (her kimse) teşekkür ederek başlamak istiyorum sözlerime.

Bilindiği üzere Amerikan Edebiyatı bölümünden mezun oldum fakat tabii tüm Amerikalı yazarları bilmeme, okumama imkân yok, dolayısıyla daha evvel Lucy Ellmann okumadığımı tahmin edersiniz. ördekler,newburyport çevrileceği haberini paylaştığım zaman heyecanlanmıştım, hem yazarla tanışacaktım hem de okuduğum kadarıyla hiçbir metne benzemeyen özgün bir eserdi. Dahası, hanımefendi (Ellmann) bu kitabıyla 2019 Booker Ödülü’nde, Margaret Atwood, Bernardine Evaristo ve bizim tatlış (!) Elif Shafak’ımızla birlikte kısa listeye kalmıştı; ismini ilkin öyle duymuştum. (Buraya not düşelim: Ellman o sene ödülün Atwood ile Evaristo arasında paylaştırılmasını epey eleştirmiş, Evaristo bu ödülü kazanan ilk siyahi kadın yazardı, paranın da ödülle birlikte paylaşılacak olmasını en hafif tabiriyle aptalca bulmuş.) Lucy Ellman Amerikalı ama İngiliz, nasıl oluyor demeyelim, e Ishıguro da İngiliz değil mi? Şimdi de İskoçya’da yaşıyor. Seviyor ya İngiliz kültürünü, ne diyelim kişisel tercihi. Feminist, ekolojist, çocuk sahibi olma karşıtı bir yazar kendisi. Birçok ünlü kitabı var ama ördekler,newburyport ile sansasyon yaratmış. Küçükken heykeltıraş olmak istermiş fakat sonra vazgeçmiş, yeri gelmişken eklermiş, kadın heykeltıraşlara karşı müthiş bir mizojini varmış, sanat erkeklere daha çok yakışıyor diyormuş çok kişi, kadınlar dahil! ördekler,newburyport romanının fikri ‘aman tanrım biz doğaya ne yaptık!’ fikrinden doğmuş, Türkçesinde ‘gerçek şu ki’ diye aktarılan ‘the fact that’ kalıbını sayfanın ortasına yazmış, sonra bir sayfa boyunca bir dolu şey sıralamış, böylece biçem de kendiliğinden oluşmuş. Eleştiriler arasında pek çok kez zikredilen ‘e bu alışveriş listesi minvalindeki romanın 1000 küsur sayfa olmasına gerek var mıydı?’ fikrine şöyle cevap vermiş Ellman: ‘bir şeyi anlatmanın sınırlı sayfası mı olur? Ayrıca kırılıyorum, romanımın sekiz cümle olduğunu hesap edip durmuşlar ama benim romanım tek bir cümle!’ Gerçek şu ki, mezar taşına “BİR CÜMLE, SEKİZ DEĞİL” yazdıracakmış. Neden olmasın? Lucy Ellman’ın başucu kitapları, Virginia Woolf’un ‘Mrs.Dalloway‘i ile Galli yazar Caradoc Evans’ın ‘My People‘ isimli toplu öyküleriymiş. En büyük hayranlığı Jane Austen’a imiş (hangimizin hayranlığı yok ki Ms.Austen?) ve yazarın sükseli ironisiyle mizahının yanlış yorumlandığını düşünüyor. Ben yazsaydım dediği romansa Moby Dick (‘one hell of a book’ diyor gülerek). Yazara dair son söz onun cümlesi olsun: “Artık erkeklerin, kadınlar tarafından yazılan kitapları okuma zamanı geldi!”

Efendim bin sayfalık romanımız, temel olarak dört çocuklu bir ev hanımının düşüncelerini aktarmasından ibaret fakat bu romana ‘bilinç akışı tekniğiyle tek bir karakterin sesini duyduğumuz bir eser’ demek hem Ellmann’ın dehasına hakaret, hem de romanı küçümsemek olur, zirâ eser aslında bir düşünme eyleminin ışığında ortalama bir insanın hayat hikâyesi. Ne bir alışveriş listesi, ne de rastgele fikirlerin ardı ardına sıralanması – öyle olsaydı okurda böyle bir etki bırakamazdı. Bizim isimsiz kadın karakterimiz – ben ona Jane Meryl Amy Austen ya da kısaca Janey diyeceğim müsaadenizle – turta yaparak ev geçimine katkıda bulunmaya çalışıyor ama içsel olarak epey hezeyan dolu. Kendini utangaç, hiçbir şeyi beceremeyen, yetersiz hissediyor olsa da düşüncelerinin ışığında onun ne denli zeki biri olduğunu anlıyoruz, bunu çok net hissediyoruz da. Janey’in düşünceleri öylesine bağımlı kıldı ki beni, kendimi onun gibi düşünüyor, hareket ediyor filan buldum zaman zaman. Mizah gücü de, gözlemciliği de çok kuvvetli karakterimizin. Yumuşak karnı ise anneciği, Motif#1 isimle andığı, annesinin iki yaşında Newburyport’ta yaşadığı bir hadise. Annesi ördekçiklerin peşinden cup suya düşüyor, neredeyse boğulacakken kurtarılıyor. Janey’in imgelem gücünün kaynağı kendisine annesi tarafından aktarılan bu travmatik olay. Kezâ, Janey’in müthiş bir biçimde hissetiği boğulma, kısılma, hapsolma hissine dair bir metafor. Metinde üç kez zikredilse de, bunun ağırlığını hissediyoruz bin sayfa boyunca (“ördekler,Newburyport”) – Amerikan yaşam tarzının hemen hemen tüm ögelerine dair atıflarla bezeli olsa da, esasında dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan bir bireyin, bilhassa kadınların, yaşantısına da ışık tuttuğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yani kalkıp da Amerika’ya dair şunlar bunlar var, kısaltmalar var, zor okunur gibi yorumlara katılmıyorum, ben aşina olduğum için daha kolay okudum gibi bir tezim yok, her tip okurun keyif alabileceği noktalar var.

Biraz da karakterleri inceleyelim mi? Bol karakter fakat hepsi ilginç, Janey’in fikirlerinde, hislerinde, duygularında yer eden kişiler:

Annecik – Babacık: İsimlerini öğrenemediğimiz anne ve baba, Janey için en fazla şey ifade eden kişiler. Babacığı biraz sert, alkol almayı seven, mesafeli sayılabilecek bir adam. Annesi hastalıklardan muzdarip olduğundan ölümü beklenirken tak diye ölüp gidiyor adam, annesini de Janey’e emanet ediyor, ki bunu demesine gerek yok, bizim kız zaten anneciğine âşık. Bir dolu anne tanımlamasını içinde barındıran, küçük kızın en mutlu olduğu anda mesafesiyle Janey’de travma yaratmış biri. Kızına kitaplar okutmuş fakat en fazla Jane Austen aşkı aşılamış, gerçek şu ki annesi en çok İkna kitabını seviyor.

Leo: İkinci koca. Dal gibi, zayıf, memeleri olmayan karısını çok seviyor. Janey her şeye rağmen Leo’nun onu sevmesine, desteklemesine hayran, gerçek şu ki, kocasına – ikinci – âşık fakat yine de, olur olmadık zamanlarda tırnaklarını kesmesine gıcık oluyor. Stacy’nin malûm olayındaki ağlamasından sonra hiç ayrılmayacaklarına emin (romana dair spoiler vermek istemediğim için olayı söylemeyeceğim fakat ritmin değiştiği bir bölüm, burada yazarın da ne kadar yetenekli olduğunu bir defa daha anlıyoruz) – Leo’nun ortalama bir kocadan daha iyi olduğunu net olarak söyleyebiliriz.

Çocuklar: Dört çocuğu var Janey’in: Stacy (ilk kocası Frank’ten – ne ondan ne de ondan önceki sevgilisi Chuck’tan bahsedeceğim, üzgünüm beyler sizi hafızamdan silmek isterim mümkünse, hele sen Frank) on beş yaşında, ergen, annesiyle en fazla çatışan fakat romanın sonunda okuru ters köşeye yatıran bir çocuk; Ben dokuz yaşında, bilgisayarında porno resimleri olan, annesinin porno dünyasına dair her şeyi kısa zamanda tüketeceğine endişelendiği, deli fişek bir çocuk; Gillian sekiz yaşında, dışarı çıkmaktan korkan, evde vakit geçiren, nispeten ılımlı, kendi hâlinde bir kız; Jake ise en küçükleri, annesi banyoda ağlarken ‘neyin var anneciğim?’ diyecek kadar duygulu. Sanırım Janey’e en yakın bulduğum çocuğu, tabii büyüyünce ne olur bilemem.

Dişi Aslan: Roman boyunca ikinci bir damardan ilerleyen dişi aslan hikâyesi var, bu da bence romanın mühim bir karakteri, yeni doğan yavrularını koruyup kollamak için uzun bir yolculuğa çıkacak kadar gözü pek, aslında Janey’in tam zıt karakteri olarak konuşlandırılmış, kendini ne denli kırılgan hissettiğini iyi bir biçimde vurguluyor. Belki karakterimiz annelik tanımında ‘dişi aslan’ yerine ‘korkak aslan’ yazılı diye düşünüyor olabilir ama aslında her şeye rağmen ne denli güçlü olduğunu adım adım izliyoruz. Kaldı ki anne olmak bile istememiş bir kadın o.

Diğer Karakterler: Janey’in anılarında filan yer eden pek çok karakter de var tabii: Phoebe ve Ethan, Cathy, Moira, Ronny (pislik) – ve tabii evcil hayvanlar, Batsheba, Pepito, Pierre ve Jim.

Benim için romanın en ilgi çekici yanı, Janey’nin okuduğu kitaplar ve izlediği filmler. Özellikle bir film ve iki aktristin bu kitapta anılması beni göklere çıkardı. Orada âşık oldum sanırım bu esere. Dünya üzerinde en sevdiğim aktris Amy Adams – tabii bir de dehasına inandığım Meryl Streep var. İkisi de var bu romanda! Hele Meryl’a öyle hayran ki karakterimiz, tastamam otuz dört defa ondan bahsediyor (sayfalar:32, 121, 160, 201, 203, 205, 234, 248, 387, 491, 515, 523, 562, 575, 576, 767, 774, 892, 893, 934 ve 990) ve çok sevdiğim fimleri Nancy Meyers imzalı It’s Complicated ile Julia Child’ı canlandırdığı Julie&Julia sayfalarda karşımıza çıkıyor(yönetmeni Nora Ephron ki öldüğünde epey üzülmüştüm). İki filmi de pek çok defa izledim, her defasında büyük keyifle hem de; Janey de öyle tatlı tatlı anlatıyor ki, bilhassa It’s Complicated filminden ve Alec ile Steve’den ve hatta Agnes Adler’dan. Boş ol, boş ol boş ol Agnes ama Steve varken sen kimsin?

Meryl’ın dünyanın en iyi oyuncusu olduğunu hangimiz inkâr edebiliriz ki? Nitekim Janey de nasıl her filmde oynayanın aynı kişi olamayacağını açıkladığı bir kısım var, e tabii ki, bir defa gelir dünyaya böylesi. Üstelik yengeç burcu, bundan daha havalı ne olabilir? Bakınız:

Biraz da atıfta bulunulan yazarlara bakalım: Bir kere Jane Austen zaten hemen hemen her yerde, tüm karakterlerine denk gelen birtakım olaylar da oluyor Janey’in hayatında. Laura Ingalls Wilder‘a takıntılı çünkü hayatta hiçbir şeyin, onun romanlarındaki gibi dört dörtlük olmayacağını, çünkü insanın kusurlu olduğunun bilincinde. Sözgelimi, Wilder’ın Küçük Ev romanında hiç kimsenin tuvalete gitmediğini söyler, ne yani çişi gelmiyor mu karakterlerin? Robert Frost‘un meşhur şiiri de karakterimiz için önem arz eder, zirâ hayatı daima çatallı yollardan oluşmuştur, hep karar vermekte zorlanır, şiddete başvuran adama bile sesini yükseltemez. Brontë’leri anmayı da unutmaz ve annesinin okuduğu Susan Sontag‘ı (Doris Lessing ile karıştırıyormuş) ve Rachel Carson (Lucy Ellman’ın yeteri kadar konuşulmadığını düşündüğü bir yazar) ve Anne Tyler, Slyvia Plath, Emily Dickinson, Mark Twain, James Baldwin. Daha da var fakat bu kadar yeterli.

Bir de bol bol film izliyor hâliyle, bazan Stacy’e de izletiyor fakat kız yanaşmıyor. Colin Firth’e aşık olan Stacy, King’s Speech filmini tercih ediyor, oysa Janey’e kalsa Pride and Prejudice‘nin Mr Darcy’sinin yerini ne tutabilir? Şimdi biraz da hizmet olsun diye romanda bahsi geçen filmleri sizin için listeleyeyim (akşam ne izlesem diye düşünen varsa diye):

  1. Some Like It Hot (1959)
  2. Gone With the Wind (1939)
  3. It’s Complicated (2009) – izlemeyen kaldı mı ya? Püüüh.
  4. The Contender (2000)
  5. Julie&Julia (2009) – istirham edeceğim!
  6. Heartburn (1986)
  7. When Harry Met Sally (1981)
  8. Titanic (1997)
  9. Witness (1985)
  10. The Accidental Tourist (1988)
  11. North by Northwest (1959)
  12. Bigger Than Lİfe (1956)
  13. Sleepless in Seattle (1993)
  14. The Apartment (1960)
  15. Groundhog Day (1993)
  16. The Grapes of Wrath (1940)
  17. The Stepford Wives (2004)
  18. Now, Voyager (1942)
  19. Dr.Jivago (1965)
  20. Casablanca (1942)
  21. It’s a Wonderful Life (1947)
  22. Annie Got Your Gun (1950)
  23. King’s Speech (2010)
  24. Speed (1994)
  25. There’s Always Tomorrow (1956)
  26. Fantastic Voyage (1966)
  27. The Odd Couple (1968)
  28. His Girl Friday (1940)
  29. Psycho (1960)
  30. Vertigo (1958)
  31. Erin Brockovich (2000)
  32. Imitation of Life (1959)
  33. You Can’t Take It With You (1983)
  34. Mary Poppins (1964)
  35. Brokeback Mountain (2005)
  36. Double Indemnity (1944)
  37. Sound of Music (1965)
  38. The Addams Family (1991)
  39. Captain Phillips (2013)
  40. 12 Angry Men (1957)
  41. Green Card(1991)
  42. Houseboat (1958)

Evet efendim, nefis filmler var. İzlemek isteyen olursa kullanabilir. Bizim Janey de çok atıfta bulunuyor bu filmlere zaten.

Romanda önemli yer tutan şeylerden biri de Amerika’daki şiddet olayları. Ara ara bahsedilen şiddet eylemleri, insanın kötücül yanına işaret ederken ne zaman başımıza ne geleceğini kestiremeyeceğimizi de gözler önüne seriyor. Aynı zamanda, kadınlara yönelik şiddetin de müthiş kıvrak bir dille eleştirildiğini söylemem gerekiyor fakat eminim, bu romanın kadın okurlar üzerindeki etkisi daha farklıdır. Ataerkil, habis ve şiddete meyyâl bir dünyada kadın olmak epey zor, bunun klastrofobisini metin boyunca okur hissediyor.

Aynı zamanda siyasi eleştiri de had safhada. 160 defa bahsedilen Trump’la birlikte Hillary Clinton da eleştiriliyor, bu da esasında şu demek, politikacının iyisi filan yok, hepsi aynı. Amaçları insanların acılarından pay çıkarmak, kadınları ve çocukları kullanmak, tüm acıları, hüzünleri siyasete alet etmek filan. Tavuklar bile daha iyi Janey için, nitekim tavuklardan epey bahsediyor romanda. Artı, ebeveyn olmaya dair tespitler çok doğru, anne-babalığın kutsallığını yıkan bir tarafı da var aslında romanın. Böyle bir roman yazmanın da başkaldırı olduğunu söylemek mümkün, sadece roman sanatına değil, tüm basmakalıp fikirlere. Bu açıdan eşi benzeri olmayan bir eser.

Didik didik edilebilecek, her satırından müthiş çalışmalar yapılabilecek, makaleler yazılabilecek bir roman ördekler,newburyport fakat tadında bırakmakta fayda var, günümüz dünyasında zamanın bu kadar meta olması üzerine, kim uğraşacak değil mi bunlarla? Rezonans Kanunu (italik yazmayacağım kusura bakmayın!) okuyup auramızı temizlemek varken? Söyle bakalım Stacy, o tırnaklar ne işine yaradı? Onun yerine nefs-i müdaafa kitabı nasıl da her şeyi değiştirdi, değil mi şekerim? Bir haftada bitirmeyi elbette istemezdim, uzun bir vakte yayılmasını isteyebileceğiniz bir deneyim bu romanı okumak. Janey’nin öyle hoş bir mizah anlayışı var ki, bazı cümlelerine birkaç gün güldüğüm oldu (“Brontëler’in hiç taze portakal suyu değmiş midir ağızlarına”) – bu minvalde kendi kendime espriler bile yaptığım oldu (“Roma yanarken lir çalma be”) vesaire. Bu romanın okunması lazım ama okunsun diye değil, keyif almak için. Benim gibi okurlarsa ‘zevkten dört köşe’ olur okurken, eminim. Benim için Yapraklar Evi‘nin yanına, bu zamana değin okuduğum en iyi romanlar arasına dalış yaptı. Belki size de güzel anlar yaşatır ne dersiniz?

Not: Çevirmenin notu çok yerinde, ‘gerçek şu ki’ kalıbını eğreti bulmadım, bilakis metne çok yakışmış. Dahası, karakterin gerçeği arayıp bulamamasına gayet uygun.

Not: Blythe Danner’dan bahsetmedim, çok sevdiğim bir oyuncu. Onun da bu romanda adı anılmış, ne tatlı. Ayrıca bu isimde bir aktris olmak çok havalı, düşünsenize bılayth denır – oh yeah!

Romandan sonra ben:

gerçek şu ki, lucy, seni tanımıyordum ama tanıştığımıza memnun oldum, gerçek şu ki, bu kadar da beğeneceğimi bilmiyordum, daha çok da beğendim, pek çok, Amy Adams’dan kim bahseder romanında diye düşündüm, bu bir işaret dedim okurken, sonra Meryl filan da, gerçek şu ki, bu benim için büyük bir keyif lucy, sen anlamazsın, baban da yazarmış, hem de Joyce uzmanı, ben Joyce sevmem ki, Ulysses’i yarıda bıraktım, Tutunamayanlar’ı da, ne fark eder ki, baban severek çalışmadı belki, gerçek şu ki sayende öğrendim, Jane Austen’ın otuzdan fazla yeğeni varmış, belki de bundan evlenmedi kadın, yazık oldu, Becoming Jane, hepimiz bir gün olacağız Austen, gerçek şu ki, mesela, Jane Fonda’nın annesi intihar etmiş, Holly Hunter ve Frances McDormand ev arkadaşı olmuş bir süre, kadın kadına, iyi bir fikir ama makyaj sırası gelir mi ki, ya da çekimdedir biri belki, öbürü de evde, o rol neden bana gelmedi diye üzülür, ki muhtemelen Holly, gerçek şu ki, oyuncuları takip etmeyi çok seviyorum fakat en çok Meryl, dame Streep ya, her rolde muhteşem olmak zorunda mısın, Doubt gibi, nereden geliyor bu yetenek, Mary Louise Parker, tamam, gerçek şu ki, ellmann alışılageldik bir soy isim değil fakat lucy ellmann demek çok eğlenceli, gerçi kendisi pek sevmiyor herhalde, hissiyat diyelim, gerçek şu ki, Booker alsa daha mutlu olurdum, o vakit Atwood’a sevindimdi ama tabii tanımıyordum seni, lucy, şanssızlık işte, gerçek şu ki tanımamam daha iyi, kimi desteklesem kaybediyor, sen tanımazken de kaybetmişsin, boş ver, ördekler var, tavuklar da, gerçek şu ki kitabı çok sevdim, hep de seveceğim, yine okuyacağım ve ismini anacağım canım benim, seni özleyeceğim, gerçek şu ki hep birilerini özlerim, kitapları, filmleri, Amy’i ve kendimi, şimdi gidiyorum ördekler,newburyport – hoşça kal.