GERÇEK ŞU Kİ:NEVİ ŞAHSINA MÜNHASIR

Jane Austen ve Amy Adams ve tabii ki Meryl için…

Daha evvel yazdığım tüm yazıları unutup buraya konsantre olmanızı rica edeceğim. Bu diyeti ödemek için neredeyse bir haftadır kıvranıyorum çünkü tastamam bir haftadır ayaklarım yere basmıyor, hülyalı hülyalı dolanıyorum. Sosyal medyanın toksik etkisinden mütevellit epeydir kenarda tuttuğum, okumayı reddettiğim, kendimce triplere girdiğim bir kitabı, ördekler,newburyport (ducks,newburryport, 2019) okuyordum son bir haftadır: aklınıza gelebilecek her yerde, tuvalette misâl yahut metroya yürürken. Böyle bir roman bu, sel gibi, taşkın gibi, heyelan gibi – okuru alıp götürüyor utanmadan, çok fazlasını talep ediyor fakat bunları yaparken yormuyor, üzmüyor, bazan kalbinizi kırıyor sadece; ufacık. O da hassas ya da duygusal bir okursanız; yahut Anıl sayesinde öğrendiğim üzere ‘naif okur’ – ben öyleyim ve utanmıyorum ki. Bağlanırım hemencecik, başka şeyler düşünemem, mütemadiyen kitapla yatar kalkarım. ördekler,newburyport da bunun ötesine geçtiğimi itiraf etmeliyim, girdaba kapıldım gittim. Hatta yemek yemeyi unuttuğum bile oldu. Abartmadan bir şeyi sevemiyorsun diyen hater‘ıma selam olsun!

Bu kitabı yazacağım fakat nasıl diye uzun bir müddet düşündüm çünkü genelde bir kitap üzerine düşüncelerimi sıralarken hiç tereddüt etmem, akar gider kalemim. ördekler,newburyport için başka bir durum söz konusu: öncesinde okuduğum hiçbir şeye benzemediği için, kelimelerin de nasıl dizileceğini bilemiyorum şu an – deneyeceğim. Gevezeliğim için şimdiden özür dilerim, bunu yapmak zorundayım. Kitaba geçmeden evvel bir ara kızdığım ama bir sosyal medya şaklabanının hatasını (kim olduğunu tahmin etmek epey kolay!) onlara mâl edemeyeceğim idealist yayınevi Yedi Yayınları‘na ve bu deli, kaçık, maceraperest romanı azimle, sabırla, direnerek çeviren Mahir Koçak‘a (her kimse) teşekkür ederek başlamak istiyorum sözlerime.

Bilindiği üzere Amerikan Edebiyatı bölümünden mezun oldum fakat tabii tüm Amerikalı yazarları bilmeme, okumama imkân yok, dolayısıyla daha evvel Lucy Ellmann okumadığımı tahmin edersiniz. ördekler,newburyport çevrileceği haberini paylaştığım zaman heyecanlanmıştım, hem yazarla tanışacaktım hem de okuduğum kadarıyla hiçbir metne benzemeyen özgün bir eserdi. Dahası, hanımefendi (Ellmann) bu kitabıyla 2019 Booker Ödülü’nde, Margaret Atwood, Bernardine Evaristo ve bizim tatlış (!) Elif Shafak’ımızla birlikte kısa listeye kalmıştı; ismini ilkin öyle duymuştum. (Buraya not düşelim: Ellman o sene ödülün Atwood ile Evaristo arasında paylaştırılmasını epey eleştirmiş, Evaristo bu ödülü kazanan ilk siyahi kadın yazardı, paranın da ödülle birlikte paylaşılacak olmasını en hafif tabiriyle aptalca bulmuş.) Lucy Ellman Amerikalı ama İngiliz, nasıl oluyor demeyelim, e Ishıguro da İngiliz değil mi? Şimdi de İskoçya’da yaşıyor. Seviyor ya İngiliz kültürünü, ne diyelim kişisel tercihi. Feminist, ekolojist, çocuk sahibi olma karşıtı bir yazar kendisi. Birçok ünlü kitabı var ama ördekler,newburyport ile sansasyon yaratmış. Küçükken heykeltıraş olmak istermiş fakat sonra vazgeçmiş, yeri gelmişken eklermiş, kadın heykeltıraşlara karşı müthiş bir mizojini varmış, sanat erkeklere daha çok yakışıyor diyormuş çok kişi, kadınlar dahil! ördekler,newburyport romanının fikri ‘aman tanrım biz doğaya ne yaptık!’ fikrinden doğmuş, Türkçesinde ‘gerçek şu ki’ diye aktarılan ‘the fact that’ kalıbını sayfanın ortasına yazmış, sonra bir sayfa boyunca bir dolu şey sıralamış, böylece biçem de kendiliğinden oluşmuş. Eleştiriler arasında pek çok kez zikredilen ‘e bu alışveriş listesi minvalindeki romanın 1000 küsur sayfa olmasına gerek var mıydı?’ fikrine şöyle cevap vermiş Ellman: ‘bir şeyi anlatmanın sınırlı sayfası mı olur? Ayrıca kırılıyorum, romanımın sekiz cümle olduğunu hesap edip durmuşlar ama benim romanım tek bir cümle!’ Gerçek şu ki, mezar taşına “BİR CÜMLE, SEKİZ DEĞİL” yazdıracakmış. Neden olmasın? Lucy Ellman’ın başucu kitapları, Virginia Woolf’un ‘Mrs.Dalloway‘i ile Galli yazar Caradoc Evans’ın ‘My People‘ isimli toplu öyküleriymiş. En büyük hayranlığı Jane Austen’a imiş (hangimizin hayranlığı yok ki Ms.Austen?) ve yazarın sükseli ironisiyle mizahının yanlış yorumlandığını düşünüyor. Ben yazsaydım dediği romansa Moby Dick (‘one hell of a book’ diyor gülerek). Yazara dair son söz onun cümlesi olsun: “Artık erkeklerin, kadınlar tarafından yazılan kitapları okuma zamanı geldi!”

Efendim bin sayfalık romanımız, temel olarak dört çocuklu bir ev hanımının düşüncelerini aktarmasından ibaret fakat bu romana ‘bilinç akışı tekniğiyle tek bir karakterin sesini duyduğumuz bir eser’ demek hem Ellmann’ın dehasına hakaret, hem de romanı küçümsemek olur, zirâ eser aslında bir düşünme eyleminin ışığında ortalama bir insanın hayat hikâyesi. Ne bir alışveriş listesi, ne de rastgele fikirlerin ardı ardına sıralanması – öyle olsaydı okurda böyle bir etki bırakamazdı. Bizim isimsiz kadın karakterimiz – ben ona Jane Meryl Amy Austen ya da kısaca Janey diyeceğim müsaadenizle – turta yaparak ev geçimine katkıda bulunmaya çalışıyor ama içsel olarak epey hezeyan dolu. Kendini utangaç, hiçbir şeyi beceremeyen, yetersiz hissediyor olsa da düşüncelerinin ışığında onun ne denli zeki biri olduğunu anlıyoruz, bunu çok net hissediyoruz da. Janey’in düşünceleri öylesine bağımlı kıldı ki beni, kendimi onun gibi düşünüyor, hareket ediyor filan buldum zaman zaman. Mizah gücü de, gözlemciliği de çok kuvvetli karakterimizin. Yumuşak karnı ise anneciği, Motif#1 isimle andığı, annesinin iki yaşında Newburyport’ta yaşadığı bir hadise. Annesi ördekçiklerin peşinden cup suya düşüyor, neredeyse boğulacakken kurtarılıyor. Janey’in imgelem gücünün kaynağı kendisine annesi tarafından aktarılan bu travmatik olay. Kezâ, Janey’in müthiş bir biçimde hissetiği boğulma, kısılma, hapsolma hissine dair bir metafor. Metinde üç kez zikredilse de, bunun ağırlığını hissediyoruz bin sayfa boyunca (“ördekler,Newburyport”) – Amerikan yaşam tarzının hemen hemen tüm ögelerine dair atıflarla bezeli olsa da, esasında dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan bir bireyin, bilhassa kadınların, yaşantısına da ışık tuttuğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yani kalkıp da Amerika’ya dair şunlar bunlar var, kısaltmalar var, zor okunur gibi yorumlara katılmıyorum, ben aşina olduğum için daha kolay okudum gibi bir tezim yok, her tip okurun keyif alabileceği noktalar var.

Biraz da karakterleri inceleyelim mi? Bol karakter fakat hepsi ilginç, Janey’in fikirlerinde, hislerinde, duygularında yer eden kişiler:

Annecik – Babacık: İsimlerini öğrenemediğimiz anne ve baba, Janey için en fazla şey ifade eden kişiler. Babacığı biraz sert, alkol almayı seven, mesafeli sayılabilecek bir adam. Annesi hastalıklardan muzdarip olduğundan ölümü beklenirken tak diye ölüp gidiyor adam, annesini de Janey’e emanet ediyor, ki bunu demesine gerek yok, bizim kız zaten anneciğine âşık. Bir dolu anne tanımlamasını içinde barındıran, küçük kızın en mutlu olduğu anda mesafesiyle Janey’de travma yaratmış biri. Kızına kitaplar okutmuş fakat en fazla Jane Austen aşkı aşılamış, gerçek şu ki annesi en çok İkna kitabını seviyor.

Leo: İkinci koca. Dal gibi, zayıf, memeleri olmayan karısını çok seviyor. Janey her şeye rağmen Leo’nun onu sevmesine, desteklemesine hayran, gerçek şu ki, kocasına – ikinci – âşık fakat yine de, olur olmadık zamanlarda tırnaklarını kesmesine gıcık oluyor. Stacy’nin malûm olayındaki ağlamasından sonra hiç ayrılmayacaklarına emin (romana dair spoiler vermek istemediğim için olayı söylemeyeceğim fakat ritmin değiştiği bir bölüm, burada yazarın da ne kadar yetenekli olduğunu bir defa daha anlıyoruz) – Leo’nun ortalama bir kocadan daha iyi olduğunu net olarak söyleyebiliriz.

Çocuklar: Dört çocuğu var Janey’in: Stacy (ilk kocası Frank’ten – ne ondan ne de ondan önceki sevgilisi Chuck’tan bahsedeceğim, üzgünüm beyler sizi hafızamdan silmek isterim mümkünse, hele sen Frank) on beş yaşında, ergen, annesiyle en fazla çatışan fakat romanın sonunda okuru ters köşeye yatıran bir çocuk; Ben dokuz yaşında, bilgisayarında porno resimleri olan, annesinin porno dünyasına dair her şeyi kısa zamanda tüketeceğine endişelendiği, deli fişek bir çocuk; Gillian sekiz yaşında, dışarı çıkmaktan korkan, evde vakit geçiren, nispeten ılımlı, kendi hâlinde bir kız; Jake ise en küçükleri, annesi banyoda ağlarken ‘neyin var anneciğim?’ diyecek kadar duygulu. Sanırım Janey’e en yakın bulduğum çocuğu, tabii büyüyünce ne olur bilemem.

Dişi Aslan: Roman boyunca ikinci bir damardan ilerleyen dişi aslan hikâyesi var, bu da bence romanın mühim bir karakteri, yeni doğan yavrularını koruyup kollamak için uzun bir yolculuğa çıkacak kadar gözü pek, aslında Janey’in tam zıt karakteri olarak konuşlandırılmış, kendini ne denli kırılgan hissettiğini iyi bir biçimde vurguluyor. Belki karakterimiz annelik tanımında ‘dişi aslan’ yerine ‘korkak aslan’ yazılı diye düşünüyor olabilir ama aslında her şeye rağmen ne denli güçlü olduğunu adım adım izliyoruz. Kaldı ki anne olmak bile istememiş bir kadın o.

Diğer Karakterler: Janey’in anılarında filan yer eden pek çok karakter de var tabii: Phoebe ve Ethan, Cathy, Moira, Ronny (pislik) – ve tabii evcil hayvanlar, Batsheba, Pepito, Pierre ve Jim.

Benim için romanın en ilgi çekici yanı, Janey’nin okuduğu kitaplar ve izlediği filmler. Özellikle bir film ve iki aktristin bu kitapta anılması beni göklere çıkardı. Orada âşık oldum sanırım bu esere. Dünya üzerinde en sevdiğim aktris Amy Adams – tabii bir de dehasına inandığım Meryl Streep var. İkisi de var bu romanda! Hele Meryl’a öyle hayran ki karakterimiz, tastamam otuz dört defa ondan bahsediyor (sayfalar:32, 121, 160, 201, 203, 205, 234, 248, 387, 491, 515, 523, 562, 575, 576, 767, 774, 892, 893, 934 ve 990) ve çok sevdiğim fimleri Nancy Meyers imzalı It’s Complicated ile Julia Child’ı canlandırdığı Julie&Julia sayfalarda karşımıza çıkıyor(yönetmeni Nora Ephron ki öldüğünde epey üzülmüştüm). İki filmi de pek çok defa izledim, her defasında büyük keyifle hem de; Janey de öyle tatlı tatlı anlatıyor ki, bilhassa It’s Complicated filminden ve Alec ile Steve’den ve hatta Agnes Adler’dan. Boş ol, boş ol boş ol Agnes ama Steve varken sen kimsin?

Meryl’ın dünyanın en iyi oyuncusu olduğunu hangimiz inkâr edebiliriz ki? Nitekim Janey de nasıl her filmde oynayanın aynı kişi olamayacağını açıkladığı bir kısım var, e tabii ki, bir defa gelir dünyaya böylesi. Üstelik yengeç burcu, bundan daha havalı ne olabilir? Bakınız:

Biraz da atıfta bulunulan yazarlara bakalım: Bir kere Jane Austen zaten hemen hemen her yerde, tüm karakterlerine denk gelen birtakım olaylar da oluyor Janey’in hayatında. Laura Ingalls Wilder‘a takıntılı çünkü hayatta hiçbir şeyin, onun romanlarındaki gibi dört dörtlük olmayacağını, çünkü insanın kusurlu olduğunun bilincinde. Sözgelimi, Wilder’ın Küçük Ev romanında hiç kimsenin tuvalete gitmediğini söyler, ne yani çişi gelmiyor mu karakterlerin? Robert Frost‘un meşhur şiiri de karakterimiz için önem arz eder, zirâ hayatı daima çatallı yollardan oluşmuştur, hep karar vermekte zorlanır, şiddete başvuran adama bile sesini yükseltemez. Brontë’leri anmayı da unutmaz ve annesinin okuduğu Susan Sontag‘ı (Doris Lessing ile karıştırıyormuş) ve Rachel Carson (Lucy Ellman’ın yeteri kadar konuşulmadığını düşündüğü bir yazar) ve Anne Tyler, Slyvia Plath, Emily Dickinson, Mark Twain, James Baldwin. Daha da var fakat bu kadar yeterli.

Bir de bol bol film izliyor hâliyle, bazan Stacy’e de izletiyor fakat kız yanaşmıyor. Colin Firth’e aşık olan Stacy, King’s Speech filmini tercih ediyor, oysa Janey’e kalsa Pride and Prejudice‘nin Mr Darcy’sinin yerini ne tutabilir? Şimdi biraz da hizmet olsun diye romanda bahsi geçen filmleri sizin için listeleyeyim (akşam ne izlesem diye düşünen varsa diye):

  1. Some Like It Hot (1959)
  2. Gone With the Wind (1939)
  3. It’s Complicated (2009) – izlemeyen kaldı mı ya? Püüüh.
  4. The Contender (2000)
  5. Julie&Julia (2009) – istirham edeceğim!
  6. Heartburn (1986)
  7. When Harry Met Sally (1981)
  8. Titanic (1997)
  9. Witness (1985)
  10. The Accidental Tourist (1988)
  11. North by Northwest (1959)
  12. Bigger Than Lİfe (1956)
  13. Sleepless in Seattle (1993)
  14. The Apartment (1960)
  15. Groundhog Day (1993)
  16. The Grapes of Wrath (1940)
  17. The Stepford Wives (2004)
  18. Now, Voyager (1942)
  19. Dr.Jivago (1965)
  20. Casablanca (1942)
  21. It’s a Wonderful Life (1947)
  22. Annie Got Your Gun (1950)
  23. King’s Speech (2010)
  24. Speed (1994)
  25. There’s Always Tomorrow (1956)
  26. Fantastic Voyage (1966)
  27. The Odd Couple (1968)
  28. His Girl Friday (1940)
  29. Psycho (1960)
  30. Vertigo (1958)
  31. Erin Brockovich (2000)
  32. Imitation of Life (1959)
  33. You Can’t Take It With You (1983)
  34. Mary Poppins (1964)
  35. Brokeback Mountain (2005)
  36. Double Indemnity (1944)
  37. Sound of Music (1965)
  38. The Addams Family (1991)
  39. Captain Phillips (2013)
  40. 12 Angry Men (1957)
  41. Green Card(1991)
  42. Houseboat (1958)

Evet efendim, nefis filmler var. İzlemek isteyen olursa kullanabilir. Bizim Janey de çok atıfta bulunuyor bu filmlere zaten.

Romanda önemli yer tutan şeylerden biri de Amerika’daki şiddet olayları. Ara ara bahsedilen şiddet eylemleri, insanın kötücül yanına işaret ederken ne zaman başımıza ne geleceğini kestiremeyeceğimizi de gözler önüne seriyor. Aynı zamanda, kadınlara yönelik şiddetin de müthiş kıvrak bir dille eleştirildiğini söylemem gerekiyor fakat eminim, bu romanın kadın okurlar üzerindeki etkisi daha farklıdır. Ataerkil, habis ve şiddete meyyâl bir dünyada kadın olmak epey zor, bunun klastrofobisini metin boyunca okur hissediyor.

Aynı zamanda siyasi eleştiri de had safhada. 160 defa bahsedilen Trump’la birlikte Hillary Clinton da eleştiriliyor, bu da esasında şu demek, politikacının iyisi filan yok, hepsi aynı. Amaçları insanların acılarından pay çıkarmak, kadınları ve çocukları kullanmak, tüm acıları, hüzünleri siyasete alet etmek filan. Tavuklar bile daha iyi Janey için, nitekim tavuklardan epey bahsediyor romanda. Artı, ebeveyn olmaya dair tespitler çok doğru, anne-babalığın kutsallığını yıkan bir tarafı da var aslında romanın. Böyle bir roman yazmanın da başkaldırı olduğunu söylemek mümkün, sadece roman sanatına değil, tüm basmakalıp fikirlere. Bu açıdan eşi benzeri olmayan bir eser.

Didik didik edilebilecek, her satırından müthiş çalışmalar yapılabilecek, makaleler yazılabilecek bir roman ördekler,newburyport fakat tadında bırakmakta fayda var, günümüz dünyasında zamanın bu kadar meta olması üzerine, kim uğraşacak değil mi bunlarla? Rezonans Kanunu (italik yazmayacağım kusura bakmayın!) okuyup auramızı temizlemek varken? Söyle bakalım Stacy, o tırnaklar ne işine yaradı? Onun yerine nefs-i müdaafa kitabı nasıl da her şeyi değiştirdi, değil mi şekerim? Bir haftada bitirmeyi elbette istemezdim, uzun bir vakte yayılmasını isteyebileceğiniz bir deneyim bu romanı okumak. Janey’nin öyle hoş bir mizah anlayışı var ki, bazı cümlelerine birkaç gün güldüğüm oldu (“Brontëler’in hiç taze portakal suyu değmiş midir ağızlarına”) – bu minvalde kendi kendime espriler bile yaptığım oldu (“Roma yanarken lir çalma be”) vesaire. Bu romanın okunması lazım ama okunsun diye değil, keyif almak için. Benim gibi okurlarsa ‘zevkten dört köşe’ olur okurken, eminim. Benim için Yapraklar Evi‘nin yanına, bu zamana değin okuduğum en iyi romanlar arasına dalış yaptı. Belki size de güzel anlar yaşatır ne dersiniz?

Not: Çevirmenin notu çok yerinde, ‘gerçek şu ki’ kalıbını eğreti bulmadım, bilakis metne çok yakışmış. Dahası, karakterin gerçeği arayıp bulamamasına gayet uygun.

Not: Blythe Danner’dan bahsetmedim, çok sevdiğim bir oyuncu. Onun da bu romanda adı anılmış, ne tatlı. Ayrıca bu isimde bir aktris olmak çok havalı, düşünsenize bılayth denır – oh yeah!

Romandan sonra ben:

gerçek şu ki, lucy, seni tanımıyordum ama tanıştığımıza memnun oldum, gerçek şu ki, bu kadar da beğeneceğimi bilmiyordum, daha çok da beğendim, pek çok, Amy Adams’dan kim bahseder romanında diye düşündüm, bu bir işaret dedim okurken, sonra Meryl filan da, gerçek şu ki, bu benim için büyük bir keyif lucy, sen anlamazsın, baban da yazarmış, hem de Joyce uzmanı, ben Joyce sevmem ki, Ulysses’i yarıda bıraktım, Tutunamayanlar’ı da, ne fark eder ki, baban severek çalışmadı belki, gerçek şu ki sayende öğrendim, Jane Austen’ın otuzdan fazla yeğeni varmış, belki de bundan evlenmedi kadın, yazık oldu, Becoming Jane, hepimiz bir gün olacağız Austen, gerçek şu ki, mesela, Jane Fonda’nın annesi intihar etmiş, Holly Hunter ve Frances McDormand ev arkadaşı olmuş bir süre, kadın kadına, iyi bir fikir ama makyaj sırası gelir mi ki, ya da çekimdedir biri belki, öbürü de evde, o rol neden bana gelmedi diye üzülür, ki muhtemelen Holly, gerçek şu ki, oyuncuları takip etmeyi çok seviyorum fakat en çok Meryl, dame Streep ya, her rolde muhteşem olmak zorunda mısın, Doubt gibi, nereden geliyor bu yetenek, Mary Louise Parker, tamam, gerçek şu ki, ellmann alışılageldik bir soy isim değil fakat lucy ellmann demek çok eğlenceli, gerçi kendisi pek sevmiyor herhalde, hissiyat diyelim, gerçek şu ki, Booker alsa daha mutlu olurdum, o vakit Atwood’a sevindimdi ama tabii tanımıyordum seni, lucy, şanssızlık işte, gerçek şu ki tanımamam daha iyi, kimi desteklesem kaybediyor, sen tanımazken de kaybetmişsin, boş ver, ördekler var, tavuklar da, gerçek şu ki kitabı çok sevdim, hep de seveceğim, yine okuyacağım ve ismini anacağım canım benim, seni özleyeceğim, gerçek şu ki hep birilerini özlerim, kitapları, filmleri, Amy’i ve kendimi, şimdi gidiyorum ördekler,newburyport – hoşça kal.

Yayınlayan

Yorum bırakın