Yolculuk devam ediyor…

“Gece hayatım benim, geç büyüyor, mutlu gece hüzünlü hayatım- çalmak atları çal benden çünkü çala çala şafağı bile çaldım ve bir önsezi yaptım.”

G.H’ye Göre Çile (Monokl Yayınları, sf.127)

Yazma ve yaratma yolculuğu doğumla başlar. Hayatlarımızı yazarız, hepimiz birer yazarız bir nevi. Öyle düşünmüşümdür. Bu yazının içinde de özel alanlar var, birtakım yetenekli insanlar yahut içgüdüsel olarak yazanlar kendilerine yeni bir yol açmak, günlük yaşamın monotonluğundan bir parça da olsa uzaklaşmak için yazarlar. Bir kısmı bundan para kazanır. Diğer bir kısmı da bunu bir iç döküm olarak gerçekleştirir. Benim gibilerse içini dışına çevirmek için yazar. En nihayetinde kazanan hep yazı olur.

Yolculuğumun bir noktasında denk geldim ona. Herkesin bir ilham perisi var. Kimisi ölü, kimi aynadan yansıyan, kimi de bir yerlerde nefes almakta. Bazan bir nesne,, bazan da bir his iter bizi yazmaya ya da yaratmaya. Her halükarda bir şeyler çıkar ortaya. İlla milyonların okuması gerekmez bunu üstelik, zira söylenen her kelime, yazılan her satır evrene dağılıp partiküller halinde yayılır. Zihinlere, kalplere.

Zor zamanlardı. Sığınılacak bir şeyler aranır ya hani, işte öyle. El salladı bana. Yanına çağırdı. Karışık bir zihnimin olduğunu söyledi. Ona benziyormuşum, öyle dedi. Adını duyup duymadığımı sordu. Duymamıştım. Fakat o anda, ismi aklıma mıh gibi çakıldı,, bir daha çıkmayacaktı. Karanlıkta ışık oldu. Kullandığım kelimeler ona benzemeye başladı peyderpey. Ben o oldum, o da ben. Kadınlığını unuttu, ben de erkekliğimi. Ruhumuzu bir edip sessiz ve uykusuz gecelerde bir bardak koyu kahve paylaştık. Satır aralarında kaybolurken ben, daima tekli koltukta oturup sigarasını içti. Gözleri dışarda, aydınlıktan korkarcasına, sabah olmamasını ümit ediyordu. “Ben aslında sevdim aydınlığı bir vakitler” diye fısıldadı bir gece bana, “Neden sonra unuttum onu, hiç fayda olmadı yaralarıma. Ben de geceye sığındım. Şefkatliydi, sakindi gece. Beni sarıp sarmaladı. Ben de bir daha vazgeçmedim ondan” diye ekledi.

Zaman geçtikçe daha derinden bağlandım. Yazmaktan usandığım, kendimden uzaklaştığım anlarda dahi onu düşünmediğim bir an bile olmadı. Acılarla dolu yaşamına pek çok duyguyu sığdırmış, deli/dahi bir kadına adadım ruhumu. İşte bu yazın yolculuğumu da şimdi ona adıyorum. Birkaç gece önce, ilk kere, “Yaz” dedi bana. “Benim için yaz..”

Kabul ettim. Yazacağım ne varsa hepsi ona. Lispector’a,,

TURUNCU

Burçin ablaya…ve küllerine.

I

Sevgilim,

Bugün çiçekleri sulamadım, senin geleceğine dair hiçbir emare yoktu. Ne yerde, ne de gökte. Oysa ben beklemekten bıkmam biliyorsun, beni iyi tanıyorsun. Onca sene, omuz omuza. Sen de adın gibi biliyorsun ki inandığım şeylerden asla vazgeçmem. Sana inanıyorum.

II

Sevgilim,

Bugün doğum günün. Yatak odasında bıraktığın pijamaların olduğu gibi duruyor, dönünce giyersin diye katlamadım bile. Selcan, kokuyor artık, kaldır abla dedi, dinlemedim. Ona ne? İkimizin arasına kimsenin girmesine izin vermem ben.

III

Sevgilim,

Bugün kapıcı geldi, çaldı durdu kapıyı, açmadım. Özlem hanım içeridesiniz, biliyorum, lütfen açın dedi. Yine ne isteyecek kim bilir, belki para ister. Daha önce istemedi. Şimdi ister. Sen olsan hayır diyemezdin, sen zaten hiçbir şeye hayır diyemezsin ki. Seneler önce bir sözümle beni Roma’ya götürdün. Hayır demedin bana, deseydin küsecektim zaten. Kapı çalıyor hâlâ, açmayacağım.

IV

Sevgilim,

Aylar sonra dışarı çıktım bugün. Habersiz. Saklanarak, koşarak. Kapıcı görmesin beni. Selcan görmesin. Kimse görmesin. Sadece sen gör. Nihayet çıktın aşkım, seni bekliyordum de bana. Kocaman sarıl. Alnımdan öp, hep yaptığın gibi. Dudaklarının sıcaklığı tenimden vücuduma yayılsın. Sana duyduğum özlem tükensin, bitsin. Yokluğa karışsın.

V

Dışarıdasın nihayet. Arnavut kaldırımdan yürüyorsun küçücük ayaklarınla, farklı ayakkabılar giymişsin. Farkında olmadan. Saçlarını taramamışsın, ev kıyafetlerin üstünde. Hayatta çıkmazdın böyle. Daima üstüne başına özen gösterir, makyaj yapar, uzun uzun hazırlanırdın. Sana acele et bile demezdim, keyifle hazırlanman beni memnun ederdi, gizli gizli seni izlerdim. Bazen küçük bir şarkı mırıldanırdın usul usul, aynaya bakan gözlerin gülümserdi.

Turuncuyu çok severdin, Roma’dan aldığımız elbiseyi ayda bir kuru temizlemeye verir, itinayla saklardın. Sen hep özenle yaşardın zaten. Ailene, arkadaşlarına, bana. Eşyalara. Kedimize. Kedimiz öldüğünde günlerce odandan çıkmadın, yemek yemedin. Adını sayıkladın uykunda, sıçrayarak uyandın. Benim çocuğum olmuyor olabilir, o benim çocuğumdu dedin ağlayarak. Gülümsemeye çabalar, içime dökerdim gözyaşlarımı öyle anlarda. Babam erkekler ağlamaz diye öğretmişti bana da, karına sahip çık, üzme onu, ağlama da önünde demişti.

En çok kahvaltı yapmayı severdin, işe bisikletle giderdin. Ayda bir sigara içmeme söylenirdin. Sen hep mutlu olmamı isterdin; ben çok uzakta, bir okyanusun dibinde mutluyum sevgilim. Ayağımdaki taş ağır değil, tüy gibi. Turuncuya boyadım bağlamadan, güneşin altında uzun uzun ağladım. Turuncuya boyandı sular.

VI

Sevgilim,

Hiç bilmediğim bir yerde seni arıyorum. Bulamıyorum. Tanımadığım insanlara soruyorum seni. Deli midir, nedir diyorlar hep. Ben deli değilim ki, bilmiyorlar. Ben çok özlüyorum seni. Bilmiyorum ne zaman döneceksin, onu da soruyorum herkese. Dönmez diyor Selcan. Dönmez diyor annem. Dönmez abla diyor kapıcı, istersen bekleme. Bekleyeceğim, karışma sen. Para yok sana!

VII

Sevgilim,

Sen hiç ağlamazdın, ben ikimizin yerine çok ağladım ama nedense gittiğinden beri ağlamıyorum. Hatta gülümsüyorum. Selcan yine mi ağlıyorsun abla diyor, ağlamıyorum ki ben. Döneceğini biliyorum, niçin ağlayayım? Sarılıyor bana ama soğuk teni, senin gibi ısıtmıyor beni. Saçlarımı tarıyor, örüyor filan. Oysa ben sadece seni özlüyorum.

VII

Bora usulca soluna dönüp huzurla uyuyan karısına baktı, uzun kirpiklerine, turuncuya çalan çillerine. Bir rengi bu kadar sevmek yasaklanmalıydı diye düşündü, gülümsedi. Elini uzatıp saçlarını okşamak istedi fakat engel oldu kendine. Mutlu değil miyiz dedi kendi kendine, nereden geliyor bu hissettiğim hüzün? Gelinlik, falez, annem… Doğru, hüznüm daim. Sarı saçları dalga dalga gökyüzünde, üzülme oğlum diye bağırıyor… Üzülmedim anne, ağladım ama. Çok ağladım. Özlem de ağlayacak. Ya bilmezse? O zaman ağlamaz, belki de terk etti beni, başkasına gitti diye düşünür, unutur beni. Özlem beni unutur mu diye düşündü Bora, gözlerini kırpıştırdı.

Karısının derin uyuması onu bir parça rahatsız ederdi, bugün minnet duydu. Pijamalarını çıkarıp yere bıraktı, dolaptan iki parça eşya alıp giyindi. Evden çıkmadan son kez Özlem’e baktı. “Sevgilim…” diye mırıldandı.

Dışarısı sessizdi, uzaktan bir iki köpek havlıyordu yalnızca. Başını göğe çevirdi Bora, baktı. Solgun bir turunculuk göz kırpıyordu ona, gülümsedi. Gözlerinden iki damla yaş aktı. “Üzülmedim anne,” dedi usulca, yürüdü.

SÜR PULLUĞUNU ERKEKLERİN ÜSTÜNE

BENİM YAZARIM OLGA:

Daha Türk okurlar Olga’ya bu denli ilgi göstermemişken, yakından takip ettiğim butik yayınevi Alabanda‘dan yayımlanan Koşucular romanıyla ilk temas kurduğum an anlamıştım Olga’nın farklı bir yazar olduğunu, esasında kelimelerle de izahı pek mümkün değil. Öyle yazarlar vardır, neden seviyorsun gibi bir soruya doğru düzgün yanıt veremezsiniz, zirâ kelimeler kâfi değildir üzerinizdeki tesirini anlatmaya. Olga Tokarczuk’u ilk kez okuduğumda, hayatıma dair bir şeyleri değiştireceğini öngörmüştüm diyelim. Hareketi, akışkanlığı, değişimi, dönüşümü sevdiğimi; dahası bu yönde birtakım metamorfozlar yaşadığımı sezmiş bir romandı Koşucular – bir anlamda Olga’nın hayatıma bir yazar olarak çaktığı ilk çiviydi.

NEŞE TALUY YÜCE ÇEVİRİSİ:

Mezunu olmaktan onur duyduğum Dil-Tarih’in en saygın hocalarından biri olan Neşe Taluy Yüce, benim için Olga Tokarczuk ile özdeşleşmiştir. Leh dili deyince akla ilk gelen çevirmen elbette Neşe hoca fakat onun Olga ile ayrı bir bağı olduğu kanaatindeyim, tıpkı benim gibi. Sanki yazar Türk dilinde yazsa hangi kelimeleri tercih edeceğini, nasıl cümleler kuracağını yahut nasıl bir biçem izleyeceğini biliyormuş gibi – çevirilerin lezzeti de buradan geliyor bana göre. Okurken daima hissettiğim, ‘Neşe hoca etkisi’ tastamam bundan kaynaklanıyor. Elbette Schulz, Gombrowicz, Myśliwski gibi yazarları da enfes çevirdi fakat niçinse Tokarczuk çevirilerinde farklı bir tat var. Yazarı çok iyi tanıdığını hissettiren…

OKUDUĞUM KİTAPLARI:

Eh, ben bir yazara göz koyduktan sonra kolayca vazgeçebilen bir okur değilim, dolayısıyla Olga Tokarczuk okuduğum ilk günden itibaren ne çevrilse okurum demiştim. Nitekim öyle de oldu: Koşucular‘dan sonra Aç Gözünü Artık Yaşamıyorsun kitabını okuyup öykülerinden etkilendim. Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde son derece mistik bir deneyimdi mesela. Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler, Son Hikâyeler derken müthiş bir külliyata sahip olmaya başlamıştım.

VE NİHAYET ‘EMPÜSYON’:

Uzun bir müddettir Yakub’un Kitabı‘nı bekliyorum aslında, kitap yayımlandığından beri aldığı övgüler, hacmiyle doğru orantılı olmayan okuma süreleri ve güzel sözler beni kitaba dair heyecanlı kılmakla kalmadı, durup durup yayımlandı mı diye kontrol etmeme vesile oldu fakat Nisan 2024’te, Nobel Edebiyat Ödülü sonrası yazdığı ilk roman olan Empüsyon‘un (Timaş Yayınları) yayımlandığını görünce dayanamayıp derhâl edindim, üç günlük bir sürede bitiriverdim; böyle diyorum çünkü bitirmek istediğimi söyleyemem. Bir kere yine kendine has bir Olga romanı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim fakat böyle söylemek yeterli değil bu efsunlu roman için. Ön sözde, Neşe hocanın da belirttiği üzere büyük bir Thomas Mann hayranı Olga – pek çokları tarafından da Büyülü Dağ romanına bir selam olarak değerlendirilmiş bu roman ama temelde çok net bir fark var bana göre: Empüsyon katbekat daha şefkatli ve mistik bir roman olmuş. Duygudan duyguya okurunu zerk ederken tüm hisleri teninizde duyumsuyorsunuz. Bittabi edebiyatın bu arındırıcı özelliğini hepimiz biliyoruz ama yukarıda da bahsettiğim üzere yazar bunu her daim ‘Olga’ca’ yapıyor – arkadaşıma belirttiğim gibi Olga benim için yeşilliğin, dinginliğin ve doğanın yazarı.

Hikâye, baş karakter Mieczysław Wojnicz’in, Görbersdorf’ta bir konuk evinde kalarak iyileşmeye çabalamasını anlatıyor, ki kendisi bir üniversite öğrencisi. Babası tarafından buraya yerleştirilen Wojnicz, epeyce nahif, utangaç, travmaları olan bir genç. Bazı bölümlerde çocukluğuna dair anılarını izlerken bu travmalara nelerin sebep olduğunu görebiliyor, duyumsayabiliyoruz. Sözgelimi, kilerden bir şeyler alması için babası tarafından yollandığında onu korkutan bir kurbağa, seneler sonra zihninde yeniden ayyuka çıkıyor. Zaten romanın temel sorunlarından biri ‘baba’ – January Wojnicz (isminin pek manidar olduğunu düşündüm okurken, Lehçede nasıl bir anlamı var bilmiyorum tabii, fakat İngilizcedeki ocak ayına tekabül eden ismi, oğlu karşısındaki soğukluğu, nemrutluğu ve despotluğunu iyi bir biçimde işaret ediyor) katı kuralları olan, oğlunun üzerindeki etkisini pek de önemsemeyen bir adam, Wojnicz’in onaylanmak için can attığı bir karakter. Babasının onu görmesini istiyor, bu bile yeterli onun için, sevilmek şöyle dursun. Beni en fazla etkileyen bölümlerden olan ‘Öksürük Senfonisi’nde Dr.Semperweiß tarafından muayene edilirken, yoğun travma yaşadığı bir olay ortaya çıkıyor misâl – doktor ondan tümüyle soyunmasını istiyor fakat Wojnicz ‘dini’ sebeplerle bunu reddediyor. Bilime karşı din hiç eskimeyen bir tema olsa dahi burada baş karakterin iç dünyasına daha fazla yöneliyoruz bu temadan ziyade. Ne olursa olsun, Wojnicz’e kızamamamın nedeni sanırım babası.

Mizojini hiç eskimeyen, dünyanın her yerinde var olan, bir türlü yıkılamayan bir olgu, bu romanda da sinir harbi yaşamamın en temel sebebi, zirâ konuk evindeki çoğu erkek karakter kadın düşmanı ve bu hususta uzun nutuklar atmaktan çekinmiyorlar. Bilhassa Lukas (geleneklere bağlı bir öğretmen) ile Frommer’ın (teozof) bölümlerinde kitabı parçalamamak için kendimi zor tuttum. Bunlar daha evvel duymadığım şeyler değildi ama öyle canhıraş savunuluyor, doğal bir biçimde anlatılıyor ki, okuru ister istemez sinir harbine sokuyor. Karakterlerin temsil ettiği erillik, ataerkil sistem gibi konular ise evrenselliğini koruyor. Bu bağlamda romanı çok sası buldum fakat bu yazarın bir başarısı diye düşünüyorum, gerçekliği artıran bir deneyim. Sözgelimi, 1639’da büyücülükle suçlanan Ewa Bernhard ile Anna Tieff’in başına gelenleri okumak beni mahvetti – yine de, oradaki sarsıcılık açısından elzem buldum.

Yine romanda atmosfer kurulumu çok iyiydi, yer yer Bruno Schulz okuma hissi verdi bana. Bunun sadece hastalıklar, şifa evleri, uzak bir kasaba gibi özelliklerden olduğunu düşünmüyorum, aynı zamanda Polonya halkına, bu doğrultuda da yazarlarına sirayet eden yoğun bir hüzün var; bu da sadece karakterlere ve olaylara değil, mekânlara da yansıyor. Atmosfer kurgusu açısından mühim bir element olan mekân, gene bir karakter olarak burada karşımıza çıkıyor. Okur kendine orada ve o hislerle buluyor metin boyunca. Aralarda yer verilen fotoğraflarla da bu hissiyat katmerleniyor, yine bir Olga alametifarikası olarak karşımıza çıkıyor okurun hislerini farklı biçimlerde desteklemek.

Roman boyunca beni en fazla etkileyen karakter, Wojnicz’in bence tek arkadaşı olan Thilo oldu. Her ne kadar umutsuz vaka gözüyle bakılsa da, değindiği noktalar, insanlığa dair atıfları, sevecenliğiyle okurda bir empati temeli oluşturuyordu Thilo. Resim sanatıyla, antropoloji ve sosyolojiyle ilgili tespitleriyle esasında aklıselim bulduğum bir karakter. Bir de itiraf: beni ağlatan bir bölüm olarak on üçüncüsü – Ruhlar. (“Sarılsana bana” desem okuyanlar hemen anımsayacak…)

Her ne kadar anlatıcının kadın olduğunu öğrensek de, roman boyunca kadınların sesini hiç duymuyoruz. Çağlar boyunca sesi kısılan kadınları temsil etmesi bakımından önemli tabii fakat bazı sahneler sessize ses veriyor bana göre: Bayan Opitz’in ölümü mesela. Yahut Frau Weber ile Frau Brecht’in sessiz eylemleri. Epilogdaki kapanış. Duymak isteyene çok şey var.

NİHAYETİNDE:

Yine aşırı etkilendiğim bir roman oldu fakat bu kez avaz avaz bağıracak gücüm yok doğrusu. Bu roman sessiz bir zafer zannımca, usul usul anlatıp koyu bir atmosfer kurarak okurun zihnini puslu kılıyor. Bu yazı vesilesiyle sisleri biraz dağıtmak istedim ama pek çok sahne zihnimde capcanlı. Lukas’a, Frommer’a, Opitz’e, Rajmund’a öfkem taptaze, Thilo’ya tuttuğum yas solgun, Wojnicz’in çocukluğuna duyduğum üzüntü tuhaf – romana dair süregelen hislerimden bazıları. İşte Olga’nın böyle bir gücü var, örneklediği büyücüler gibi, korkulan, kaçınılan ve hatta örselenmeye çalışılan. Edebiyata dair yapılan yorumlarda, onun kutsallaştırılmaması gerektiğine dair ataerkil söylemlerin yoğunluğu, kadınların durumunda olduğu gibi, edebiyatın gücünden de ne kadar korkulduğunu ortaya koyuyor bence. Bırakın sizi alıp götürsün, bunda ne zarar var ki? Bunun en iyi kanıtlarından biri de Olga Tokarczuk romanları mesela. Empüsyon da bir istisna değil, yine okurunu hayal kırıklığına uğratmayan, hudutsuz hüznüyle sarıp sarmalayan, elden bırakılamayan bir roman. Birkaç gün bu etkiyle devam edeceğim gibi görünüyor…

GERÇEK ŞU Kİ:NEVİ ŞAHSINA MÜNHASIR

Jane Austen ve Amy Adams ve tabii ki Meryl için…

Daha evvel yazdığım tüm yazıları unutup buraya konsantre olmanızı rica edeceğim. Bu diyeti ödemek için neredeyse bir haftadır kıvranıyorum çünkü tastamam bir haftadır ayaklarım yere basmıyor, hülyalı hülyalı dolanıyorum. Sosyal medyanın toksik etkisinden mütevellit epeydir kenarda tuttuğum, okumayı reddettiğim, kendimce triplere girdiğim bir kitabı, ördekler,newburyport (ducks,newburryport, 2019) okuyordum son bir haftadır: aklınıza gelebilecek her yerde, tuvalette misâl yahut metroya yürürken. Böyle bir roman bu, sel gibi, taşkın gibi, heyelan gibi – okuru alıp götürüyor utanmadan, çok fazlasını talep ediyor fakat bunları yaparken yormuyor, üzmüyor, bazan kalbinizi kırıyor sadece; ufacık. O da hassas ya da duygusal bir okursanız; yahut Anıl sayesinde öğrendiğim üzere ‘naif okur’ – ben öyleyim ve utanmıyorum ki. Bağlanırım hemencecik, başka şeyler düşünemem, mütemadiyen kitapla yatar kalkarım. ördekler,newburyport da bunun ötesine geçtiğimi itiraf etmeliyim, girdaba kapıldım gittim. Hatta yemek yemeyi unuttuğum bile oldu. Abartmadan bir şeyi sevemiyorsun diyen hater‘ıma selam olsun!

Bu kitabı yazacağım fakat nasıl diye uzun bir müddet düşündüm çünkü genelde bir kitap üzerine düşüncelerimi sıralarken hiç tereddüt etmem, akar gider kalemim. ördekler,newburyport için başka bir durum söz konusu: öncesinde okuduğum hiçbir şeye benzemediği için, kelimelerin de nasıl dizileceğini bilemiyorum şu an – deneyeceğim. Gevezeliğim için şimdiden özür dilerim, bunu yapmak zorundayım. Kitaba geçmeden evvel bir ara kızdığım ama bir sosyal medya şaklabanının hatasını (kim olduğunu tahmin etmek epey kolay!) onlara mâl edemeyeceğim idealist yayınevi Yedi Yayınları‘na ve bu deli, kaçık, maceraperest romanı azimle, sabırla, direnerek çeviren Mahir Koçak‘a (her kimse) teşekkür ederek başlamak istiyorum sözlerime.

Bilindiği üzere Amerikan Edebiyatı bölümünden mezun oldum fakat tabii tüm Amerikalı yazarları bilmeme, okumama imkân yok, dolayısıyla daha evvel Lucy Ellmann okumadığımı tahmin edersiniz. ördekler,newburyport çevrileceği haberini paylaştığım zaman heyecanlanmıştım, hem yazarla tanışacaktım hem de okuduğum kadarıyla hiçbir metne benzemeyen özgün bir eserdi. Dahası, hanımefendi (Ellmann) bu kitabıyla 2019 Booker Ödülü’nde, Margaret Atwood, Bernardine Evaristo ve bizim tatlış (!) Elif Shafak’ımızla birlikte kısa listeye kalmıştı; ismini ilkin öyle duymuştum. (Buraya not düşelim: Ellman o sene ödülün Atwood ile Evaristo arasında paylaştırılmasını epey eleştirmiş, Evaristo bu ödülü kazanan ilk siyahi kadın yazardı, paranın da ödülle birlikte paylaşılacak olmasını en hafif tabiriyle aptalca bulmuş.) Lucy Ellman Amerikalı ama İngiliz, nasıl oluyor demeyelim, e Ishıguro da İngiliz değil mi? Şimdi de İskoçya’da yaşıyor. Seviyor ya İngiliz kültürünü, ne diyelim kişisel tercihi. Feminist, ekolojist, çocuk sahibi olma karşıtı bir yazar kendisi. Birçok ünlü kitabı var ama ördekler,newburyport ile sansasyon yaratmış. Küçükken heykeltıraş olmak istermiş fakat sonra vazgeçmiş, yeri gelmişken eklermiş, kadın heykeltıraşlara karşı müthiş bir mizojini varmış, sanat erkeklere daha çok yakışıyor diyormuş çok kişi, kadınlar dahil! ördekler,newburyport romanının fikri ‘aman tanrım biz doğaya ne yaptık!’ fikrinden doğmuş, Türkçesinde ‘gerçek şu ki’ diye aktarılan ‘the fact that’ kalıbını sayfanın ortasına yazmış, sonra bir sayfa boyunca bir dolu şey sıralamış, böylece biçem de kendiliğinden oluşmuş. Eleştiriler arasında pek çok kez zikredilen ‘e bu alışveriş listesi minvalindeki romanın 1000 küsur sayfa olmasına gerek var mıydı?’ fikrine şöyle cevap vermiş Ellman: ‘bir şeyi anlatmanın sınırlı sayfası mı olur? Ayrıca kırılıyorum, romanımın sekiz cümle olduğunu hesap edip durmuşlar ama benim romanım tek bir cümle!’ Gerçek şu ki, mezar taşına “BİR CÜMLE, SEKİZ DEĞİL” yazdıracakmış. Neden olmasın? Lucy Ellman’ın başucu kitapları, Virginia Woolf’un ‘Mrs.Dalloway‘i ile Galli yazar Caradoc Evans’ın ‘My People‘ isimli toplu öyküleriymiş. En büyük hayranlığı Jane Austen’a imiş (hangimizin hayranlığı yok ki Ms.Austen?) ve yazarın sükseli ironisiyle mizahının yanlış yorumlandığını düşünüyor. Ben yazsaydım dediği romansa Moby Dick (‘one hell of a book’ diyor gülerek). Yazara dair son söz onun cümlesi olsun: “Artık erkeklerin, kadınlar tarafından yazılan kitapları okuma zamanı geldi!”

Efendim bin sayfalık romanımız, temel olarak dört çocuklu bir ev hanımının düşüncelerini aktarmasından ibaret fakat bu romana ‘bilinç akışı tekniğiyle tek bir karakterin sesini duyduğumuz bir eser’ demek hem Ellmann’ın dehasına hakaret, hem de romanı küçümsemek olur, zirâ eser aslında bir düşünme eyleminin ışığında ortalama bir insanın hayat hikâyesi. Ne bir alışveriş listesi, ne de rastgele fikirlerin ardı ardına sıralanması – öyle olsaydı okurda böyle bir etki bırakamazdı. Bizim isimsiz kadın karakterimiz – ben ona Jane Meryl Amy Austen ya da kısaca Janey diyeceğim müsaadenizle – turta yaparak ev geçimine katkıda bulunmaya çalışıyor ama içsel olarak epey hezeyan dolu. Kendini utangaç, hiçbir şeyi beceremeyen, yetersiz hissediyor olsa da düşüncelerinin ışığında onun ne denli zeki biri olduğunu anlıyoruz, bunu çok net hissediyoruz da. Janey’in düşünceleri öylesine bağımlı kıldı ki beni, kendimi onun gibi düşünüyor, hareket ediyor filan buldum zaman zaman. Mizah gücü de, gözlemciliği de çok kuvvetli karakterimizin. Yumuşak karnı ise anneciği, Motif#1 isimle andığı, annesinin iki yaşında Newburyport’ta yaşadığı bir hadise. Annesi ördekçiklerin peşinden cup suya düşüyor, neredeyse boğulacakken kurtarılıyor. Janey’in imgelem gücünün kaynağı kendisine annesi tarafından aktarılan bu travmatik olay. Kezâ, Janey’in müthiş bir biçimde hissetiği boğulma, kısılma, hapsolma hissine dair bir metafor. Metinde üç kez zikredilse de, bunun ağırlığını hissediyoruz bin sayfa boyunca (“ördekler,Newburyport”) – Amerikan yaşam tarzının hemen hemen tüm ögelerine dair atıflarla bezeli olsa da, esasında dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan bir bireyin, bilhassa kadınların, yaşantısına da ışık tuttuğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yani kalkıp da Amerika’ya dair şunlar bunlar var, kısaltmalar var, zor okunur gibi yorumlara katılmıyorum, ben aşina olduğum için daha kolay okudum gibi bir tezim yok, her tip okurun keyif alabileceği noktalar var.

Biraz da karakterleri inceleyelim mi? Bol karakter fakat hepsi ilginç, Janey’in fikirlerinde, hislerinde, duygularında yer eden kişiler:

Annecik – Babacık: İsimlerini öğrenemediğimiz anne ve baba, Janey için en fazla şey ifade eden kişiler. Babacığı biraz sert, alkol almayı seven, mesafeli sayılabilecek bir adam. Annesi hastalıklardan muzdarip olduğundan ölümü beklenirken tak diye ölüp gidiyor adam, annesini de Janey’e emanet ediyor, ki bunu demesine gerek yok, bizim kız zaten anneciğine âşık. Bir dolu anne tanımlamasını içinde barındıran, küçük kızın en mutlu olduğu anda mesafesiyle Janey’de travma yaratmış biri. Kızına kitaplar okutmuş fakat en fazla Jane Austen aşkı aşılamış, gerçek şu ki annesi en çok İkna kitabını seviyor.

Leo: İkinci koca. Dal gibi, zayıf, memeleri olmayan karısını çok seviyor. Janey her şeye rağmen Leo’nun onu sevmesine, desteklemesine hayran, gerçek şu ki, kocasına – ikinci – âşık fakat yine de, olur olmadık zamanlarda tırnaklarını kesmesine gıcık oluyor. Stacy’nin malûm olayındaki ağlamasından sonra hiç ayrılmayacaklarına emin (romana dair spoiler vermek istemediğim için olayı söylemeyeceğim fakat ritmin değiştiği bir bölüm, burada yazarın da ne kadar yetenekli olduğunu bir defa daha anlıyoruz) – Leo’nun ortalama bir kocadan daha iyi olduğunu net olarak söyleyebiliriz.

Çocuklar: Dört çocuğu var Janey’in: Stacy (ilk kocası Frank’ten – ne ondan ne de ondan önceki sevgilisi Chuck’tan bahsedeceğim, üzgünüm beyler sizi hafızamdan silmek isterim mümkünse, hele sen Frank) on beş yaşında, ergen, annesiyle en fazla çatışan fakat romanın sonunda okuru ters köşeye yatıran bir çocuk; Ben dokuz yaşında, bilgisayarında porno resimleri olan, annesinin porno dünyasına dair her şeyi kısa zamanda tüketeceğine endişelendiği, deli fişek bir çocuk; Gillian sekiz yaşında, dışarı çıkmaktan korkan, evde vakit geçiren, nispeten ılımlı, kendi hâlinde bir kız; Jake ise en küçükleri, annesi banyoda ağlarken ‘neyin var anneciğim?’ diyecek kadar duygulu. Sanırım Janey’e en yakın bulduğum çocuğu, tabii büyüyünce ne olur bilemem.

Dişi Aslan: Roman boyunca ikinci bir damardan ilerleyen dişi aslan hikâyesi var, bu da bence romanın mühim bir karakteri, yeni doğan yavrularını koruyup kollamak için uzun bir yolculuğa çıkacak kadar gözü pek, aslında Janey’in tam zıt karakteri olarak konuşlandırılmış, kendini ne denli kırılgan hissettiğini iyi bir biçimde vurguluyor. Belki karakterimiz annelik tanımında ‘dişi aslan’ yerine ‘korkak aslan’ yazılı diye düşünüyor olabilir ama aslında her şeye rağmen ne denli güçlü olduğunu adım adım izliyoruz. Kaldı ki anne olmak bile istememiş bir kadın o.

Diğer Karakterler: Janey’in anılarında filan yer eden pek çok karakter de var tabii: Phoebe ve Ethan, Cathy, Moira, Ronny (pislik) – ve tabii evcil hayvanlar, Batsheba, Pepito, Pierre ve Jim.

Benim için romanın en ilgi çekici yanı, Janey’nin okuduğu kitaplar ve izlediği filmler. Özellikle bir film ve iki aktristin bu kitapta anılması beni göklere çıkardı. Orada âşık oldum sanırım bu esere. Dünya üzerinde en sevdiğim aktris Amy Adams – tabii bir de dehasına inandığım Meryl Streep var. İkisi de var bu romanda! Hele Meryl’a öyle hayran ki karakterimiz, tastamam otuz dört defa ondan bahsediyor (sayfalar:32, 121, 160, 201, 203, 205, 234, 248, 387, 491, 515, 523, 562, 575, 576, 767, 774, 892, 893, 934 ve 990) ve çok sevdiğim fimleri Nancy Meyers imzalı It’s Complicated ile Julia Child’ı canlandırdığı Julie&Julia sayfalarda karşımıza çıkıyor(yönetmeni Nora Ephron ki öldüğünde epey üzülmüştüm). İki filmi de pek çok defa izledim, her defasında büyük keyifle hem de; Janey de öyle tatlı tatlı anlatıyor ki, bilhassa It’s Complicated filminden ve Alec ile Steve’den ve hatta Agnes Adler’dan. Boş ol, boş ol boş ol Agnes ama Steve varken sen kimsin?

Meryl’ın dünyanın en iyi oyuncusu olduğunu hangimiz inkâr edebiliriz ki? Nitekim Janey de nasıl her filmde oynayanın aynı kişi olamayacağını açıkladığı bir kısım var, e tabii ki, bir defa gelir dünyaya böylesi. Üstelik yengeç burcu, bundan daha havalı ne olabilir? Bakınız:

Biraz da atıfta bulunulan yazarlara bakalım: Bir kere Jane Austen zaten hemen hemen her yerde, tüm karakterlerine denk gelen birtakım olaylar da oluyor Janey’in hayatında. Laura Ingalls Wilder‘a takıntılı çünkü hayatta hiçbir şeyin, onun romanlarındaki gibi dört dörtlük olmayacağını, çünkü insanın kusurlu olduğunun bilincinde. Sözgelimi, Wilder’ın Küçük Ev romanında hiç kimsenin tuvalete gitmediğini söyler, ne yani çişi gelmiyor mu karakterlerin? Robert Frost‘un meşhur şiiri de karakterimiz için önem arz eder, zirâ hayatı daima çatallı yollardan oluşmuştur, hep karar vermekte zorlanır, şiddete başvuran adama bile sesini yükseltemez. Brontë’leri anmayı da unutmaz ve annesinin okuduğu Susan Sontag‘ı (Doris Lessing ile karıştırıyormuş) ve Rachel Carson (Lucy Ellman’ın yeteri kadar konuşulmadığını düşündüğü bir yazar) ve Anne Tyler, Slyvia Plath, Emily Dickinson, Mark Twain, James Baldwin. Daha da var fakat bu kadar yeterli.

Bir de bol bol film izliyor hâliyle, bazan Stacy’e de izletiyor fakat kız yanaşmıyor. Colin Firth’e aşık olan Stacy, King’s Speech filmini tercih ediyor, oysa Janey’e kalsa Pride and Prejudice‘nin Mr Darcy’sinin yerini ne tutabilir? Şimdi biraz da hizmet olsun diye romanda bahsi geçen filmleri sizin için listeleyeyim (akşam ne izlesem diye düşünen varsa diye):

  1. Some Like It Hot (1959)
  2. Gone With the Wind (1939)
  3. It’s Complicated (2009) – izlemeyen kaldı mı ya? Püüüh.
  4. The Contender (2000)
  5. Julie&Julia (2009) – istirham edeceğim!
  6. Heartburn (1986)
  7. When Harry Met Sally (1981)
  8. Titanic (1997)
  9. Witness (1985)
  10. The Accidental Tourist (1988)
  11. North by Northwest (1959)
  12. Bigger Than Lİfe (1956)
  13. Sleepless in Seattle (1993)
  14. The Apartment (1960)
  15. Groundhog Day (1993)
  16. The Grapes of Wrath (1940)
  17. The Stepford Wives (2004)
  18. Now, Voyager (1942)
  19. Dr.Jivago (1965)
  20. Casablanca (1942)
  21. It’s a Wonderful Life (1947)
  22. Annie Got Your Gun (1950)
  23. King’s Speech (2010)
  24. Speed (1994)
  25. There’s Always Tomorrow (1956)
  26. Fantastic Voyage (1966)
  27. The Odd Couple (1968)
  28. His Girl Friday (1940)
  29. Psycho (1960)
  30. Vertigo (1958)
  31. Erin Brockovich (2000)
  32. Imitation of Life (1959)
  33. You Can’t Take It With You (1983)
  34. Mary Poppins (1964)
  35. Brokeback Mountain (2005)
  36. Double Indemnity (1944)
  37. Sound of Music (1965)
  38. The Addams Family (1991)
  39. Captain Phillips (2013)
  40. 12 Angry Men (1957)
  41. Green Card(1991)
  42. Houseboat (1958)

Evet efendim, nefis filmler var. İzlemek isteyen olursa kullanabilir. Bizim Janey de çok atıfta bulunuyor bu filmlere zaten.

Romanda önemli yer tutan şeylerden biri de Amerika’daki şiddet olayları. Ara ara bahsedilen şiddet eylemleri, insanın kötücül yanına işaret ederken ne zaman başımıza ne geleceğini kestiremeyeceğimizi de gözler önüne seriyor. Aynı zamanda, kadınlara yönelik şiddetin de müthiş kıvrak bir dille eleştirildiğini söylemem gerekiyor fakat eminim, bu romanın kadın okurlar üzerindeki etkisi daha farklıdır. Ataerkil, habis ve şiddete meyyâl bir dünyada kadın olmak epey zor, bunun klastrofobisini metin boyunca okur hissediyor.

Aynı zamanda siyasi eleştiri de had safhada. 160 defa bahsedilen Trump’la birlikte Hillary Clinton da eleştiriliyor, bu da esasında şu demek, politikacının iyisi filan yok, hepsi aynı. Amaçları insanların acılarından pay çıkarmak, kadınları ve çocukları kullanmak, tüm acıları, hüzünleri siyasete alet etmek filan. Tavuklar bile daha iyi Janey için, nitekim tavuklardan epey bahsediyor romanda. Artı, ebeveyn olmaya dair tespitler çok doğru, anne-babalığın kutsallığını yıkan bir tarafı da var aslında romanın. Böyle bir roman yazmanın da başkaldırı olduğunu söylemek mümkün, sadece roman sanatına değil, tüm basmakalıp fikirlere. Bu açıdan eşi benzeri olmayan bir eser.

Didik didik edilebilecek, her satırından müthiş çalışmalar yapılabilecek, makaleler yazılabilecek bir roman ördekler,newburyport fakat tadında bırakmakta fayda var, günümüz dünyasında zamanın bu kadar meta olması üzerine, kim uğraşacak değil mi bunlarla? Rezonans Kanunu (italik yazmayacağım kusura bakmayın!) okuyup auramızı temizlemek varken? Söyle bakalım Stacy, o tırnaklar ne işine yaradı? Onun yerine nefs-i müdaafa kitabı nasıl da her şeyi değiştirdi, değil mi şekerim? Bir haftada bitirmeyi elbette istemezdim, uzun bir vakte yayılmasını isteyebileceğiniz bir deneyim bu romanı okumak. Janey’nin öyle hoş bir mizah anlayışı var ki, bazı cümlelerine birkaç gün güldüğüm oldu (“Brontëler’in hiç taze portakal suyu değmiş midir ağızlarına”) – bu minvalde kendi kendime espriler bile yaptığım oldu (“Roma yanarken lir çalma be”) vesaire. Bu romanın okunması lazım ama okunsun diye değil, keyif almak için. Benim gibi okurlarsa ‘zevkten dört köşe’ olur okurken, eminim. Benim için Yapraklar Evi‘nin yanına, bu zamana değin okuduğum en iyi romanlar arasına dalış yaptı. Belki size de güzel anlar yaşatır ne dersiniz?

Not: Çevirmenin notu çok yerinde, ‘gerçek şu ki’ kalıbını eğreti bulmadım, bilakis metne çok yakışmış. Dahası, karakterin gerçeği arayıp bulamamasına gayet uygun.

Not: Blythe Danner’dan bahsetmedim, çok sevdiğim bir oyuncu. Onun da bu romanda adı anılmış, ne tatlı. Ayrıca bu isimde bir aktris olmak çok havalı, düşünsenize bılayth denır – oh yeah!

Romandan sonra ben:

gerçek şu ki, lucy, seni tanımıyordum ama tanıştığımıza memnun oldum, gerçek şu ki, bu kadar da beğeneceğimi bilmiyordum, daha çok da beğendim, pek çok, Amy Adams’dan kim bahseder romanında diye düşündüm, bu bir işaret dedim okurken, sonra Meryl filan da, gerçek şu ki, bu benim için büyük bir keyif lucy, sen anlamazsın, baban da yazarmış, hem de Joyce uzmanı, ben Joyce sevmem ki, Ulysses’i yarıda bıraktım, Tutunamayanlar’ı da, ne fark eder ki, baban severek çalışmadı belki, gerçek şu ki sayende öğrendim, Jane Austen’ın otuzdan fazla yeğeni varmış, belki de bundan evlenmedi kadın, yazık oldu, Becoming Jane, hepimiz bir gün olacağız Austen, gerçek şu ki, mesela, Jane Fonda’nın annesi intihar etmiş, Holly Hunter ve Frances McDormand ev arkadaşı olmuş bir süre, kadın kadına, iyi bir fikir ama makyaj sırası gelir mi ki, ya da çekimdedir biri belki, öbürü de evde, o rol neden bana gelmedi diye üzülür, ki muhtemelen Holly, gerçek şu ki, oyuncuları takip etmeyi çok seviyorum fakat en çok Meryl, dame Streep ya, her rolde muhteşem olmak zorunda mısın, Doubt gibi, nereden geliyor bu yetenek, Mary Louise Parker, tamam, gerçek şu ki, ellmann alışılageldik bir soy isim değil fakat lucy ellmann demek çok eğlenceli, gerçi kendisi pek sevmiyor herhalde, hissiyat diyelim, gerçek şu ki, Booker alsa daha mutlu olurdum, o vakit Atwood’a sevindimdi ama tabii tanımıyordum seni, lucy, şanssızlık işte, gerçek şu ki tanımamam daha iyi, kimi desteklesem kaybediyor, sen tanımazken de kaybetmişsin, boş ver, ördekler var, tavuklar da, gerçek şu ki kitabı çok sevdim, hep de seveceğim, yine okuyacağım ve ismini anacağım canım benim, seni özleyeceğim, gerçek şu ki hep birilerini özlerim, kitapları, filmleri, Amy’i ve kendimi, şimdi gidiyorum ördekler,newburyport – hoşça kal.

TUTKU YA DA BİR GÜN DOĞUMU

Russell’a…

Ali Teoman için.

Aklımda sadece eller var, başka bir şeye odaklanamıyorum. Dün uyuyamadım, bugünü öyle çok hayal etmiştim ki, gelip çattığında sanki yapamayacak gibi dizlerim titredi. Yine de, kendimi zorlayarak yataktan çıktım. Düzenime çok düşkün, titiz bir insandım fakat bugün ne yatağımı topladım, ne de odayı. Doğruca mutfağa gidip koyu bir kahve yaptım kendime, katran karası neredeyse. Cin gibi uyanık hissetmeme rağmen zihnimin tam ortasında bir sis bulutu kümelenmiş, düşüncelerimi perdeliyordu. “Yapabilirim, bu benim hayatta en çok istediğim şey,” dedim boşluğa ya da halıya. Kahve boğazımı yaktı, aldırmadım. Akşamın neler getireceğini biliyordum, planımın üzerinden birçok kez geçmiştim. Beyaz, uzun parmaklar; narin dokunuşlar…

Özenle giyinip evden çıktım. Çıkmadan evvel de şöyle bir göz attım küçücük evime, her şey bana epey yabancı geldi. Bugün bambaşka biriydim, istediğimi elde etmek için olması gerektiği gibi. Kapıyı adetim olduğu üzere üç kere kilitlemedim, çekip çıktım. Yerin metrelerce altından merdivenleri tırmanarak gün ışığına kavuştum, gözlerim kamaştı. Hava adeta bu özel günü kutluyor, her şeyin yolunda gideceğini söylüyordu. Ağır adımlarla yürüdüm sokakta, uçları toz tutmuş ayakkabıma baka baka. Birkaç sokak aşağıda, daima sessiz sakin olan kafede cam kenarına oturup mide gurultularıma rağmen sade filtre kahve istedim. Yemek yersem kusacağımı çok iyi biliyordum. Senelerce görünmez bir biçimde yaşamaya alıştığım için bir günde görünür olmak, farklılaşmak bana tuhaf geliyordu. İlk kez cesaret edip başımı kaldırıp baktım. Açık seçik görüyordum karşı tarafını sokağın. Kapalı kapının tam karşısında, ayna önünde orta yaşlı bir adam oturuyordu. Hemen arkasında da o. Ellerine bakmamak için müthiş bir çaba sarf etmem gerekti, bol gelen siyah kazağına diktim gözlerimi. Ahenk içinde hareket ediyor, işini yapıyordu. Ayda bir benim de o sandalyede oturup ona kendimi bıraktığımı düşündüm, içimi bir kıskançlık dalgası kapladı. Benim yerimde başka biri vardı, o güzel eller, bir başkasının saçlarında dolanıyordu. Öylesine sinirlenmiştim ki kıpkırmızı kesildiğimi hissettim.

“Beyefendi, iyi misiniz?” dedi elindeki tepside sipariş ettiğim kahveyi getiren garson. Cevap vermek yerine ayaklarına bakıp başımı salladım. Kahveyi bırakıp şüphe içinde uzaklaştı. Yeniden düşüncelerime daldım, adım adım yapacaklarımı düşündüm. Motivasyonumu kaybetmemeli, gün sonuna değin zinde kalmalıydım. Kahvenin parasını ödeyip çıktım, karşıya bakmadan sola döndüm. Sokakları arşınlayarak vakit geçirmeye karar verdim.

Cıvıl cıvıl parkları, sokak aralarında dedikodu yapan kadınları, top oynayan çocukları geçtim. Beni görmüyorlardı, ben de sessizce süzülüyordum aralarından. Varım diye bağırmak, dikkatlerini çekmek istiyordum. Şu köşede, beyaz-sarı kareli futbol topunu sağ koltuğu altında tutup kahkahalar atan çocuğa ‘aptal’ diye bağırmak istiyordum; senin başını okşayan anne-baban, sokaklarda akşama kadar koşturup oynadığın arkadaşların var diye benden üstün olduğunu zannetme diye avaz avaz haykırmak. Bunun yerine karşı kaldırıma geçip görmezden geldim onu. Bu akşam ben de sevilecektim nasılsa. Hayattan tüm hıncımı almaya adadığım bir gün, babamın ölüm yıldönümü! Özenle seçilmiş. Tüm gün inşaatlarda çalışmaktan nasır tutmuş ellerinin bedenimde gezdiği zamanların ya da annemin bir vakitler yumuşacık olan yanaklarında patlayan tokatların hesabını sormak için pek ideal bir gün. Ya gökyüzünden ya da cehennemin dibinden, bir yerden görecekti babam nasılsa. Belki de pişman olacaktı yaptığına, keşke hayatta olsam da senden af dilesem oğlum diyecekti. Affetmezdim ki, onu ne olsa affetmezdim.

Nihayet akşam oluyor, hava karardı. Kalbim küt küt atarken başladığım noktaya geri döndüm. Bir yerde okumuştum, tüm hikayeler başladığı yerde bitermiş, benim hikayeme ne olacağını kestiremesem de, bir değişiklik olacağına kesin gözüyle bakıyordum. Her gün olduğu gibi tek başına kalmıştı, elindeki fırçayla yerleri süpürdü. Televizyonu kapattı, dışarıdaki sandalyeleri, çamaşır askısını içeri aldı, çıktı, kapıyı kilitledi, anahtarı cebine koydu. Yürümeye başladı, ben de gizlendiğim yerden çıkıp takip ettim ihtiyatlı bir mesafeden. Nereye sapacağını, nereden gideceğini, ne yapacağını ve hatta ne düşüneceğini bile biliyordum, çok uzun bir süredir çalışıyordum dersime. Beyaz, uzun parmaklı eller…bir tutku parçası.

Evimin olduğu sokağa girdi, tenhaydı. Bu izbe sokakta yaşlılar ve benden başka kimse yaşamazdı zaten. Tahammül edemezdi de, yaşam belirtisi yoktu. Evimin içinde yarattığım düzen bile abes kaçıyordu bu sokağa, oraya ait olmadığımı söylüyordu fakat orası babamın ellerinin ruhumu parçaladığı yerdi, hiçbir zaman terk etmeyeceğime yemin etmiştim. Babamın mezarına toprak atarken tükürdüğüm yemindi bu.

Apartmanın girişindeki boşluğa sakladığım kalın, tahta sopayı almak üzere hızlandım, aramızdaki mesafe azaldı. Cesurdu, bu sokaktan geçip evine gidiyordu. Senelerdir başına bir iş gelmemişti de, belki ona güveniyordu fakat hayat her zaman istediğimiz gibi gitmezdi. Biraz dikkatli olmanın faydalı olacağını acı bir biçimde tecrübe edeceği için üzülüyordum ama kararlı olmak bana güç veriyordu. Sıkı sıkı tuttuğum sopayı başının arkasına sertçe vurduğumda tok bir ses geldi, yere yığıldı. Kendi gücüme inanamayarak ellerime baktım, sonra etrafı dinledim. Herhangi bir hareket yoktu, iyiye işaret. Sopayı pantolonumun arkasına sıkıştırıp kollarından – ellerine dokunmanın beni yerle yeksan edeceğini bildiğimden – tuttum, çekerek evimin olduğu apartmana getirdim. Yerin altına indirdim ellerini, tek gördüğüm buydu. Sanki bir bedeni yoktu, başka organı bulunmuyordu; devasa bir eller bütünü.

Nefes nefese kalmama rağmen acele etmedim, apartmanda yaşayan yaşlı ve ayyaşların bile dikkatini çekmek istemiyordum. Hiçbir aksilik olmadan bu noktaya kadar geldiğime göre sonunu görebilirdim. Nihayet annemin istediği gibi sert bir erkek olabilmiştim, gülümsedim.

Eve girer girmez kapıyı kilitledim sıkı sıkı, zinciri taktım. Ayaklarını bağlayıp ağzını bantladım. Salonun ortasına kadar çekip bıraktım, ilk kere o zaman cesaret edip ellerine baktım: hatırladığım gibiydi. Beyaz, uzun parmaklı, narin elleri… Günde onlarca kişinin saçlarına dokunan, alışkanlıkla hareket eden, makas delikleriyle dans eden eller… Hayatımı bir çift el bitirmişti, ruhumu kurtarmak içinse ihtiyacım olan bu ellerdi.

Yere oturup ellerinin parmaklarına tek tek dokundum, uzun uzun okşadım. Ne babamın elleri gibi nasırlı, ne de benimkiler gibi biçimsizdi. Tüm çalışkanlığına rağmen meydan okumuştu hayata. Avucunun ortasında kocaman bir ben vardı, ilk defa fark ediyordum. Uzanıp öptüm. Artık gitme zamanının geldiğini hissettiğimde neredeyse kendine gelmek üzereydi. Her şey önceden hazır olduğundan rahattım, bunca zaman beklediğime değmişti. “Bekle bizi baba, geliyoruz!” diye mırıldanırken beyaz, narin parmakların kımıldadığını gördüm. Kibriti çakıp fırlatırken ömrümde hiç olmadığı kadar huzurla gülümsedim.

SINIRLARI KIRAN YAZIN

14 Şubat Dünya Öykü günü yaklaşırken, öykülerde kaybolmak için ideal bir süreç olduğu kanaatindeyim. Son yıllarda basılan kitap sayısının artmış olması kaliteli okuma yapabilecek metinleri bulmayı bir parça zorlaştırsa bile, her okurun güvenli liman olarak addettiği birkaç yazarı vardı. Fakat konu öykü olduğunda, çember biraz daha daralıyor, çünkü çok sayıda öykü ve öykü kitabı arasından seçici olabilmek epey zor. Her ne kadar sıkı bir roman okuru olsam da, sağlam yazılmış öyküler, çok iyi bir romandan biraz daha sağlam bir tokat indiriyor yüzüme. Bu bağlamda, kendime edindiğim düstur beni yanıltmayacak öykücüleri okumak oluyor. Kerem Işık onlardan bir tanesi. Yapı Kredi Yayınları tarafından 2010 senesinde yayımlanan Aslında Cennet de Yok isimli öykü kitabıyla tanıdığım, çok sevdiğim yazar kesinlikle kitaplarını teyakkuzda beklediğim bir isim oldu daha ilk kitabından. Babasına ithaf ettiği, on sekiz öyküden oluşan kitap uzun bir süre baş ucumda durdu, açıp açıp okudum. Kitaba ismini veren “Aslında Cennet de Yok” ve “Geçip Giden Tüm Gülüşler” tekrar tekrar okuyup ezber ettiğim öyküler. Benim genelde bir yazarla münasebetim böyle başlıyor. Önce okumaya başlıyorum, ardından bir anda tüm düşündüğüm o metinler oluyor. Bitirene kadar sancı çekiyorum, evet yanlış değil, çok sevdiğim metinler beni heyecanlandırdığı için sancı duyuyorum, kimi vakit de okuyamıyorum tam da bu sebepten.

İki sene sonra, Haldun Taner Öykü Ödülü kazandığı Toplum Böceği‘ni, beş sene sonra da Iskalı Karnaval isimli, hakikaten öyküsel bir karnaval olan kitabını yayımlayan Kerem Işık, benim güvenli bölge yazarlarımdan biri olmuştu çoktan. Her bir öyküsünü hep çok özenli buluyorum, üzerine iyi düşünülmüş, ne eksik ne de fazla metinler. Yeni bir öykü kitabı beklerken bana ters köşe yaparak bir roman yayımladı yazar Eylül 2020’de, ki bence epeyce olgun bir metindi bu. Birbirinden derin beş karakterin hikayelerinin birbirine ağ misali örüldüğü bir yön izleyen roman, keskin finaliyle beni dumur etmişti. Öyle ki, pandemi döneminde sürdürdüğümüz online okuma grubumuzda bu kitabı okuyup tartışmak üzere seçmiştik – daha doğrusu seçmiştim. Yazarıyla da konuşmak isteyeceğim kadar heyecan duyduğum bir roman olduğundan Kerem beye ulaşıp davet etmiştim. Çok nazik biri olduğundan kabul edip davetime icabet etti, oldukça keyifli, dolu dolu bir akşam geçirmiştik okuma grubumuzla. O sebeple, Dünyanın Güçlü Tarafı‘nın bende yeri çok ayrı.

İsmini keyifle zikrettiğim, dönem dönem açıp metinlerini yeniden okuduğum bir yazar Kerem Işık, dolayısıyla Şubat 2024’te yeni öykü kitabı haberini alınca havalar uçtum. Dediğim gibi ‘benim yazarlarıma’ sıkı sıkıya bağlı bir okur olduğumdan, böylesi haberlere aşırı seviniyorum. Gözüm kapalı okuyacağıma emindim, başlar başlamaz da kanaatimde ne denli haklı olduğumu gördüm.

Kerem beyin dördüncü öykü kitabı Sınır iki bölümden oluşuyor: “Sınırın Ötesinde” ve “Sınırın Gerisinde”, birinci bölümde beş, ikinci bölümde altı olmak üzere toplamda on bir öyküden oluşan bu kitap tamamıyla insana ve insanın yaşamı anlama biçimine odaklı. Birinci bölüm, kurgusal bir mekan olan Ergöne’de geçiyor. Beş öykü birbirine bağlı, anlatıcısı Civan tarafından okurlara aktarılıyor. Kerem beyin tutturduğu dil o kadar iyi ki, adeta bir masal dinliyor gibi içine giriveriyorsunuz okurken. Dahası, sanki okur da Ergöne’de yaşayan bir birey misali olaylara tanık oluyor. Yer yer mistik havasıyla düşüncelere zerk ediyor, kimi vakit zıt karakterleriyle taraf tutmaya zorluyor fakat ülkemizi çok güzel özetleyen halleri aktarması açısından da epeyce özgün.

“Çünkü -nadiren de olsa- yaşamın sırlı yanı göz kamaştırıcı bir ışık çakması gibi belirip yorgun ruhlarımıza bir ömür boyu yol gösterebiliyor.” (Dikilitaş, sf 25)

Bilhassa Civan’ın babasını çok sevdiğimi söyleyebilirim. Toplumda nadir olsa da, kendini gerçekleştirebilmiş, tüm engellere rağmen mücadeleden vazgeçmemiş, tanrı vergisi zihnini üst düzey biçimde kullanan insanların güzel bir örneğini teşkil ediyor. Onun bölümlerini okurken, babasına başkaldırmasına tezahürat yaparken hem keyif aldım, hem de hayıflandım, zira günümüzde avaz avaz bağırarak sesini duyuramayan insanların yaşadıklarını gözler önüne seriyor. Beş bölümün beşinde de bütün karakterler canlı – sanki okurun yanı başında gibi. Fakat beni esas büyüleyen metnin dili oldu, öyle güzeldi ki beni kendimden geçirdi. Bir şey anlatmak kadar hem dile hakim olmak, hem de anlatım tekniğini düzgün kullanmak çok mühim. Sınır’da Kerem bey bunu müthiş bir biçimde başarmış. Son dönemde okuduğum en iyi öykü beşlemesiydi. Bu sene de, Billur Örüntüler‘le birlikte okuduğum en iyi öykü kitabı oldu.

İki bölüm arasındaki zaman bölünmesini çok akıllıca buldum. Sanki ilk bölüm kurgusal ve hayali bir yerde geçiyor, ikinci bölümse şu an yaşadığımız zamanı kapsıyor gibi görünse de, esasında her ikisi de, içinden geçtiğimiz karanlık ve habis döneme ışık tutuyor. Sadece yansıtmak anlamında da değil üstelik, aynı zamanda çıkış yolları gösteriyor öyküler. “Sınırın Gerisinde” isimli ikinci bölümde ise ayakları daha yere basan, günlük hayattan sahneler içeren, kişilerin açmazlarına işaret eden altı tane öykü mevcut; hakikaten hiç bana geçmedi yahut beğenmedim dediğim öykü olmadı her iki bölümde de. Bilhassa kendime, ruhuma dair pek çok şeyi irdelememe vesile oldu.

“Bin yıldır hayattayım. En azından böyle hissediyorum. Markette gazlı içecek rafına bakarken bu düşünce bir kez daha geçti zihnimden.

Bin yıldır hayattayım. (Çok Önemli Bir Şey, sf 88)

Yine iyi bir kitap bekliyordum ancak bu kadar iyisini ben bile hayal edemezdim. Üzerine çalışıldığı, itinayla hazırlandığı belli olan öyküler. Birinci bölümü defalarca okuyacağıma eminim, zira oradan toplayacağım pek çok deniz kabuğu var. Gözümü de yeni kitaba çevirdim böylece.

SERMO SUPER SEPULCHRUM

Her sene açılan Nobel ödülleri bahisleriyle birlikte, okurlar olarak biz de yorum üstüne yorum yapar, tarafgirliğimizi temellendirmeye çalışırız. Bu da büyük bir keyif bence. Son birkaç senedir, benim bahsim de, arzum da daima Rus yazar Lyudmilla Petruşevskaya üstüne oluyor. Beni bu denli etkileyen bir yazarın ödül almasını istemek epeyce mantıklı diye düşünerek boy gösteriyorum orada burada. Bu listelerde ekseriyetle geçen bir yazar daha var: László Krasznahorkai. Yıllar evvel, bir kampanya sonucu edindiğim Seibo Orada, Aşağıdaydı romanı rafta bekleyen, ismini duyduğumda Hintli mi acaba diye içimden geçmesine rağmen açıp bakmadığım, niçinse es geçtiğim bir yazardı. Fakat uzun bir süre alan çevirisi geçtiğimiz günlerde yayımlanan Direnişin Melankolisi (The Melancholy of Resistance) derhal ilgimi çekince, yazar da radarıma girdi. Esasında bu tarz deneyimler, okurlar için bulunmaz bir şey; hakkında hiçbir şey bilmediğin yahut öğrenmeye zahmet etmediğin bir yazarın, seni dumur etmesi… Her kitabın bir zamanı olduğu gibi, sanıyorum her yazarın da bir zamanı var(mış).

Macar yazar László Krasznahorkai, 54 senesinde, Macaristan’ın uzak bir köyü olan Gyula’da doğmuş. Aslında durumu iyi olan bir ailenin çocuğu olmasına rağmen, kendinden daha alt sınıfta yaşayan insanların arasında olmak için evden ayrılmış. Çeşitli işlerde çalışarak gözlem yeteneğini kullanmış. Madende çalışmış mesela. Kültür merkezinde çalışmış. En sevdiği işi olarak addettiği, bir mandıra çiftliğinde gece bekçiliği yapmış sonra. İlk romanı Satantango‘yu da, bu gece vardiyalarından birinde, zihninde oluşturmuş. Yazarın aktarımına göre, trenlerde çok vakit geçirdiği için bir masada oturup yazamıyormuş. Dolayısıyla, metinleri ezberleme gücünü de kullanarak zihninde oluşturmuş romanı. Aslında yazar olmak da istemiyormuş fakat dediğine göre, karakterler kapıda nöbet tutuyor, hikayelerini anlatmak için içeri girmeyi bekliyormuş – ki Krasznahorkai’ye göre her karakterin esasında sadece bir cümlesi varmış. Böylece daha fazla dayanamayarak yazmaya başlamış. Metnin basılmasına ise bir diğer ünlü Macar yazar Péter Esterházy vesile olmuş. Söyleşisinde, Gyula’dan da bahsediyor Krasznahorkai. Her ne kadar oradaki insanları yazmadığını söylese de, gerek Şeytan Tangosu‘na, gerekse Direnişin Melankolisi‘ne kaynak oluşturan hikayeler, doğup büyüdüğü kasabadan geliyor. O dönemde, Macaristan’da üniversite okuyanlar, bir sene zorunlu askerlik yapmak zorundalarmış, şayet üniversiteden mezun olamazlarsa, bir sene daha ekleniyormuş askerliğe. Bu durumdan kurtulmak isteyen Krasznahorkai, bir arkadaşının tavsiyesiyle, birkaç ay başka ülkelerde yaşmaya başlamış. Böylelikle Almanya başta olmak üzere (Almanya’da çok seviliyormuş bu arada yazar. Akıcı bir Almancası varmış ve Nobel’de adının geçmesinin en mühim sebebi buymuş) pek çok ülke gezmiş: Japonya, Yunanistan, Çin, Moğolistan ve ABD. Hatta Amerika’da, ünlü şair Allen Ginsberg’in evinde kalmış. Ondan çok hoşnut bir biçimde bahsediyor Krasznahorkai. Yazarın hayranları arasında Susan Sontag ve W.G Sebald varken, yazarın hayran olduğu yazarlar ise Kafka, Bernhard, Dostoyevski ve Tolstoy.

Türkçede son kitapla birlikte çevrilen eser sayısı dörde yükseldi. Benim okuduğum ilk kitabı oldu Direnişin Melankolisi fakat hakikaten şaheser diyebileceğim türden bir deneyimdi. Bu yolculuğu, içeriği çok da ele vermeden aktarmaya çalışacağım ama şunu söylemekte fayda var: öyle herkesin aynı şeyleri düşünebileceği bir metin değil zaten. Üzerine envai çeşit okuma yapılabilir, değerlendirilebilir ve hatta, tez bile yazılabilir bu metnin. Epeyce zengin, baştan çıkarıcı ve büyülü.

Leyla Önal çevirisiyle raflarda yerini alan roman, Macaristan’ın küçük bir kasabasında geçiyor temelde. Bu kasabaya ziyarete gelecek olan bir sirk olayları başlatıyor. Romanın girişinde bizi Mrs. Pflaum (orijinal metinde Mrs. Plauf diye geçiyor) karşılıyor. Geç bir saatte evine dönmeye çalışıyor. Tren gecikmiş. Roman boyu bizi bekleyen metaforlardan biri bana göre çünkü bir kere trene bindiniz mi, inmenize imkan bulamıyorsunuz. Krasznahorkai’nin biçemi çok özgün. Evet, bir yönüyle paragraf sevmeyen, bir sayfalık cümleleri tercih eden, okuru allak bullak eden Bernhard’ı anımsatsa da, Krasznahorkai daha tuhaf (iyi anlamda) ve bence daha cesur. Romanın bir tren yolculuğu olduğunu, akışkanlığının vagonların, koridorların içinde kaldığını, dış/düş dünyadan tamamen kopulduğunu son sayfayı çevirince çok daha iyi anladım.

Bakış açılarını göreceğimiz dört ana karakter var romanda: Mrs Pflaum, Mrs Eszter, Mr.Eszter ve Valuska. Yazar epeyce derin, farklı karakterler oluşturmuş; sanki bir karenin dört ayrı köşesi gibi. Şehre gelecek olan sirkin esas amacı, dünyanın en büyük balinasını göstermek: işte size yeni bir metafor! İster Leviathan‘ı anımsayın, ister Moby Dick‘i fakat buradaki balina, bir atom bombası gibi düşüyor bu küçük taşra kasabasına. Göreceğiniz en kötücül karakterlerden biri olan Eszter hanım, kasabada gücü ele geçirmek için bu durumu kullanıyor. Bir yandan emniyet müdürüyle yatıp kalkarken, bir yandan da halkı sirkin önemli ismi “Prens” aleyhinde kışkırtıyor. Sözde bu Prens kasabayı yerle bir edecek. Aslında amacına da ulaşıyor çünkü ayaklanmalar başlıyor. Bilirsiniz, insanları kışkırtmak kolaydır, kasaba halkı da pek güzel ayaklanıyor doğrusu. Ortaya çıkansa kaos, güvensiz bir ortam, düzenin sarsılması.

Romanın büyük bir kısmını Eszter bey ve Valuska’nın bakış açısından izliyoruz. Bu bölümler hakikaten nefis. Kasabanın delisi olarak düşünülen tatlı Valuska, gökyüzüne ve aya aşık. Genelde orayla ilgilenip yeryüzünü es geçiyor. Bu durumdan istifade eden Eszter hanımsa onu kullanmaya çalışıyor, kötü bir evlat olduğunu her fırsatta dile getiriyor. (Valuska, Pflaum hanımın oğlu fakat annesi onu evden uzaklaştırmış). Valuska’nın mentoru ise, Eszter hanımın dünyadan elini eteğini çekmiş, münzevi kocası György Eszter. Romanda en sevdiğim bölümler Eszter beye ait. Sırtını felsefe, metafizik ve sosyolojiye dayayan fikirleri, insanlığa dair pek çok şey söylemekle kalmıyor, aynı zamanda okuru düşünmeye de itiyor. Bilhassa 215-255.sayfalar arası, bu metafizik doruk noktasına ulaşıyor. Okurun sınırlarını epey zorluyor.

Romanın en önemli temalarından biri toplumdaki deliliğin nasıl işlediği. Her ne kadar kasabada adı deliye çıkarılan Valuska olsa da, gelişen olaylar çerçevesinde esas deliliğin ne olduğunu sorguluyoruz. Bu da zihnin işleyişine yönelik birtakım düşünsel jimnastiğe zorluyor bizleri. Foucault gibi deliliğin tarihini araştırmış, üstüne düşünmüş yazarları da anmadan geçmiyoruz bazı sayfaları.

Krasznahorkai’nin en sevdiği atmosferin, apokaliptik bakış açısı olduğu yazıyor birçok makalede. Nitekim bu romanda da, cehennemi dünyada yaşamak şeklinde tabir edilen atmosfer çok iyi bir biçimde yaratılmış, kotarılmış. Prens’e karşı ayaklanan halk, ortalığı birbirine katarken, bir yandan da düzenin imkansızlığını vurgulayan bir tutum sergiliyor.

Romanın sonunda bazı şeyler ucu açık bırakılsa da, nefis bir biçimde final yapıyor yazar. Karakterler anlamında da, biçim olarak da. Kitabın İngilizce çevirmeni George Szirtes, yazarın anlatımını şöyle tanımlamış: A SLOW LAVA FLOW OF NARRATIVE – yavaş akan bir lav misali. Ben de tren yolculuğuna benzettim, bilhassa bu roman için. Hemen hemen aynı kapıya çıkıyor. Zaten Krasznahorkai yazınının en fazla işaret edilen tarafı, kullandığı biçem, apokaliptik atmosferi, felsefi altyapısı ve upuzun cümleleri. Öyle ki, neredeyse hiç paragraf başı kullanmıyor metinlerinde fakat bu durum kendini akışa kaptıran okur için hiç de bir handikap değil. Akıp giden lavanın üzerinde gibi okuyor, okuyor…

Yazarın yakın arkadaşı olan Béla Tarr, bu kitaba dayanarak, Werckmeister Harmonies isminde bir film çekmiş. Filmin de kitap kadar iyi olduğu söyleniyor, ki bazı kimseler, kitaptan habersiz filmi izleyip sevmiş. Elbette bu kitap çok daha farklı bir deneyim sunuyor. Okuması çok kolay olmasa da, bir kez yazarın ‘zihinsel yazım sürecine’ ortak olunca, devam etmeden duramayacağınız bir metne dönüşüyor. Hatta yer yer takıntı haline geliyor, yapboz parçalarını birleştirmek için uğraşıyor da uğraşıyorsunuz.

Çok fazla detaya girmeden anlatmak istedim ama her bir karakterin enfes sahneleri var. Üzerine düşünecek pek çok bölüm, zihni zorlayacak tasvirler, karanlık ve atmosferik imgelem, politik sistemin dişli parçaları…liste uzar gider. Bu romanı okuduktan sonra yazarın her sene Nobel için adının geçmesini daha iyi anladım. Özgünlüğü, kendine has imgeleri, akışkanlığı, apokaliptik bir dünya kurması, okurun zihnini daima zinde tutması gibi birçok yönüyle öne çıkan bir yazar.

Eh, şimdi gidip filmi izlemeliyim. Dün gece rüyama Valuska gelmişti, bu gece de dilerim Eszter bey gelir çünkü ona düşünceleriyle ilgili birkaç bir şey sormak istiyorum. Bach’la ilgili görüşüne tamamen katıldığımı, müzikte kusursuzluğun pek de mümkün olmadığını fakat bunun, icraati gerçekleştiren kişiyi daha az yetenekli kılmadığını, insanlığın umutsuzluğunun acısını kendinden çıkarmaması gerektiğini, bu kadar münzevi yaşamın da bu dünyaya bir katkısı olmadığını aktarmam lazım kendisine. Dışarıda önderlik yapacağı Valuska’lar var, öyle pireye kızıp yorgan yakmak yok Bay Eszter! Karınızı da ya hapse tıktırın, yahut başka bir diyara gönderin lütfen.

Buraya kadar okuyanlara: yazımın başlığı, romanın kapanışının ismi. Ölümü unutarak da yaşanır fakat dünya bir cehennemdir. Valuska göğe bakar, Eszter hanım yere bakar. Siz nereye bakarsınız? Bilmiyorum ama ne yapıp edin, bu romanı okuyun. Zorlasa da, anlamsız gelse de, yer yer bırakma isteği uyandırsa da okuyun bir biçimde. Yazarı Nobel aldığında (Marias ya da Kundera’ya benzemez umarım sonu) bir kez daha konuşuruz bu konuyu. Direnmenin melankolisi hep sizinle olsun!

MEMENTO ÖLÜM

2009’da, üniversitede Latince dersi aldım. İki dönemi de AA ile geçerken tahtaya kalkıp çevirileri yazmak çok keyifliydi. Tabii tüm öğrencilerin kesinkes bildiği iki cümle vardı: “Cogito ergo sum” – düşünüyorum öyleyse varım ile “memento mori” – ölümü hatırla. Pek çoğunun ilgisini çeken, Descartes’ın halk arasında envai çeşit espriye malzeme olmuş cümlesiyken, ben memento mori’de kalmıştım. Hakikaten insan yaşarken ölümü unutuyordu diye düşündüğümü anımsıyorum. Dahası, bu anlamlı (!) cümleyi dövme yaptırmak niyetindeydim. Üstüne yıllar bindi, cümle bilhassa gençler arasında ezber oldu, ben de dövme fikrinden vazgeçtim. 2018 senesinde, Ayfer Tunç’un Can Yayınları’ndan romanı “Aşıklar Delidir ya da Yazı Tura” isimli romanıyla bir kez daha eski günleri yad ettim, zira romanın odak noktası memento mori idi – karakterler ölümle hemhal oluyordu bol bol. Dönem dönem karşıma çıkan bu kavram, en nihayetinde, bu sene bir Muriel Spark romanı olarak geri döndü yaşamıma.

Yakından takip ettiğim Siren Yayınları’ndan yeni bir kitap haberi alınca mutlu oldum. Üstelik bir Püren Özgören çevirisiydi. Muriel Spark’ın 1959 senesinde çıkardığı “Memento Mori” isimli romanı, geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Öncelikle kapak tasarımı için Nazlım Dumlu’ya teşekkür etmem lazım, ilk görüşte aşk denebilir. Nefis bir kapak tasarımıyla çıktı kitap. Limbosfer kanalının sahibi, sevgili dostum Caner Can Turan bu kitabı bana armağan etti ama kitap gelene kadar dört döndüm, epey merak ediyordum.

Kitaba geçmeden evvel, Muriel Spark’tan bir parça bahsetmek lazım diye düşünüyorum. İskoç yazar Dame Muriel Spark, kurgu yazarlığına geç başlamış biri. Evvela, Mary Shelley ve Emily Brontë üzerine eleştiriler yazarak başlıyor. Bunu, kendi şiirlerini yayımlaması izliyor. İlk romanı The Comforters’ı 1957’de, otuz dokuz yaşında yayımlıyor. Epeyce geç bir yaş olsa da, kurgu dünyasına sağlam bir giriş yapıyor. Bunu da, 1959’da yayımlanan Memento Mori izliyor, ki pek çoklarına göre Spark’ın ilk başyapıtı. Onun edebiyatı içim mühim bir dönüm noktası da, 1954’te, Katolik Kilise’sine bağlanmış olması. Yapıtlarında yaşam ve ölüm, inanç krizi, insan olmanın erdemi, yalnızlık, çaresizlik gibi konular bu bağlamda önem kazanıyor. Graham Greene, Evelyn Waugh gibi yazarların da Spark’a büyük hayranlık beslediğini eklemek lazım.

Bu noktada, Memento Mori romanına kaynak sağlayan anekdotu da aktarmalı: Spark dokuz yaşındayken, büyükannesi Adelaide Hyams, Edinburg’a gelip Muriel’in odasına yerleştirilir, hastadır. İki kez kalp krizi geçirir, böylece bakıma muhtaç bir hale gelir. Onun bakımına yardım eden Muriel, insan yaşamının ne denli kırılgan olduğunu, yaşlanınca bakıma muhtaç olabileceğini, ölümle olan mücadelesinde epeyce zayıf kaldığını fark eder. Daha sonra belirteceği üzere, bu deneyimi bir romana evrilir.

Roman, 1950 İngiltere’sinde yaşayan, pek çoğu altmış yaşın üstünde bulunan karakterlerin dünyasını anlatıyor. Böyle söyleyince ilgi çekici gelmiyor kulağa fakat olaylar, ana karakterlerden biri olan Dame Lettie Colston’ın, kaynağı belirsiz birinden aldığı telefonlarla başlayıp müthiş bir keyifle ilerleyince değişiyor. Arayan kişi tek bir şey diyordur: “ölümü hatırla”. Aslında roman boyunca görünür bir biçimde ölümü hatırlar karakterler, yazar da, sık sık gerçekleşen ölümler aracılığıyla bize bunu unutturmaz. Ölümün, yaşamın ana göstergesi olduğu metin boyunca ince ince işlenir. Nitekim, Spark, bir söyleşide, “Ölüm olmasaydı, yaşam daha da anlamsız olurdu, ölüm yaşamı görkemli kılıyor,” diyecektir.

Bir diğer önemli karakter ise Charmian (Piper) Colston’dır. Charmian, çok ünlü bir roman yazarı olmakla birlikte, son dönemde bunama belirtileri gösterdiği için kocasının (Dame Lettie’nin erkek kardeşi Godfrey) bakımına muhtaçtır fakat çok yardımsever bir adamla karşılaştığımız söylenemez. Karısını küçümseyen, her fırsatta ondan uzaklaşan, bakımını başkalarına yıkan bir adam vardır karşımızda. Birtakım hazlarla, ölümden kaçıp yaşamı kucaklamaya çalışsa da, ne denli zavallı bir adam olduğu barizdir. Romanın en belirgin özelliklerinden biri de, tüm karakterlerin, bir biçimde birbirine bağlı olmalarıdır. Salt akrabalık ilişkileriyle değil, İngiliz sosyetesinden, yasak aşklardan, yahut edebi dünyadan yana birbirleriyle ilintilidir hepsi. Sözgelimi, Colston’ların ahbabı Lisa Brooke’un kocası Guy, Charmian’ın eski aşığıdır; yardımcısı Mabel Pettigrew ise, Charmian’ın yeni yardımcısı. Roller değişse de, bağlantılar sabit kalır. Colston ailesinin eski yardımcısı Jean Taylor ise bir bakımevinde kalsa da, ziyaretine gelenler aracılığıyla tüm olayların içindedir, belki de aranan kara kutudur.

Muriel Spark romanlarının alameti farikalarından biri de, bir karakterin mutlaka bir yazar ya da gazeteci olmasıdır. Burada Charmian çok ünlü bir yazarken, oğlu Eric de annesini kıskanan başarısız bir yazar olarak sahneye çıkar. Bir diğer karakter Alec Warmer ise, okuyucunun bilgilerini taze tutmak için notlar alır, tüm karakterleri ince detaylarla hususi defterine not eder. Yazmak, bu romanın hatrı sayılır bir biçimini oluşturur. Sadece romanlar veyahut notlar yazılmaz üstelik, yaşlı insanların adeti olduğu üzere bol bol vasiyetname de yazılır.

Jean Taylor’ın kaldığı bakımevinde başka yaşlı kadınlar da vardır, bu kişiler ‘nine’ olarak adlandırılan karakterlerdir. Romanın en eğlenceli, en komik sahneleri bu bölümlerde yer alır. Bu roman, bir Shakespeare oyunu olsaydı, ninelerin görevi koro olurdu. Yer yer ortaya çıkıp metni zenginleştiren, nüvesini oluşturan kara komediyi sağlamlaştıran bölümler bunlar. Her bir ninenin farklı bir özelliği, farklı bir tuhaflığı vardır. Öyle ya da böyle, hepsi ölümü hatırlar, ölümle mücadele eder.

Romanın başında, sanki bir gizem yahut bir dedektiflik hikayesi okuyacağını düşünen okur için bol karakterli, komik, karmaşık bir yola evrilen metin, güçlü diyaloglarla ilerler. Spark’ın, diyalog kurma ve karakter oluşturma konusunda özel bir yeteneği olduğu aşikar. Bu romanda da, bütün karakterler nevi şahsına münhasır, özellikle olayların gizemini artıran manipülatif karakterimiz Mrs. Pettigrew.

Bu romanın en büyük başarısı, yaşlılık üzerine farklı görüşleri ortaya çıkarmasıdır bana göre. Her bir karakterin ölümle yüzleşmesinde, insan olmaya dair bir farkındalık yatıyor. Her bir birey, yaşamının farklı bir döneminde öleceği gerçeğiyle burun buruna geliyor; kimi bu fikirden korkuyor, kimiyse bunun rahatlatıcı bir fikir olduğuna inanıyor. İnançların da ölüm fikrine dair epeyce etkisi olduğu yadsınamaz, ki Spark da, romanında bunu alt metin olarak okuruna sunuyor. Sonradan dahil olduğu Katolik Kilise inancı da, bazı karakterlerinde belirgin durumda.

Toplumda, bilhassa sosyetede, sosyal statü, maddi durum gibi farklılıkların önemi de çok iyi bir biçimde kurguya dahil edilmiş. Miras davaları, kadın-erkek ilişkileri, aile mefhumu, kadın olmak gibi hususlarda ince bir mizah, müthiş bir de gözlem gücü yansıtılmış metinde.

Romanın acaba nereye varacak’tan ama olsun çok keyifli’ye dönüşen okumasına nefis bir final eşlik ediyor. Bir noktada öyle bir şey oluyor ki, Spark okurunu irkiltmeyi başarıyor. Eh, bunca başarılı şeyi aktaran bir yazardan da daha azı beklenemez doğrusu. Memento Mori, yaşlılık ve ölüm üzerine çok güçlü bir roman bence, an itibariyle de, Muriel Spark’ın en sevdiğim romanı konumuna geldi. Sadece keyifli okuma sunmuyor metin, aynı zamanda insan olmak üzerine düşünmemizi de sağlıyor. Muthiş bir çeviriyle dilimize aktarılan roman, uyguladığı kara komedi açısından da iyi bir örnek teşkil ediyor. Son dönemde yayımlanan en iyi romanlardan bir tanesi kesinlikle, ayrılan zaman değer.

Hamiş: AMAN HA, SİZ YİNE DE MEMENTO MORİ YANİ…

ANNEMİN YANI

Iris Galey’e…

Annem yeniden evlendi.

***

Dokuz yaşındayım. Annemin evlenmesine karşı değilim ama bir gün beni anneannemden alıyor, dondurma yemeye götürüyor. Normalde hangisinden istediğimi sorar, ben de vişne ve limon diye cevaplarım, o gün sormuyor. Garsona dönüp, “İki top dondurma alalım, kakao ve vanilya,” diyor. Bir terslik olduğunu anladığım için itiraz etmiyorum, oysa vanilyalı dondurmadan nefret ederim. Annem gerginlik içinde çantasını karıştırıyor, buruş buruş bir mendil çıkarıp burnunu siliyor. Hüzünlü bulduğum kahve gözlerini bana dikiyor.

“Sen artık büyüdün Berke’cim, kocaman abi oldun. Seninle her şeyi konuşabilirim diye düşünüyorum,” diyor gülümsemeye çalışarak. Gözlerimi kırpıştırıyorum. Annem benimle her şeyi konuşmaz ama ben her şeyi görürüm annemde. Annemin annesizliğini, yalnızlığını, hiçbir yere konamamasını görür, üzülürüm. Yine de ona kızmaktan kendimi alamam çünkü ne olursa olsun, akşam anneanneme dönmem gerekiyor. Anneannemin evi yaşlılık kokuyor. Koku beni tedirgin ediyor. Anneannem beni çok seviyor ama ben ona, kokudan rahatsız olduğumu söyleyemiyorum. Anneannem, ben doğmadan ölen dedemin fotoğrafına bakıp ağlar hep. Gözlerinden süzülen yaşlar eşliğinde öne arkaya sallanır, ben kapının ardına gizlenir onu izlerim. Dedemi vurmuşlar, annem bana dememişti ama arkadaşına söylerken duymuştum. Tam da alnından.

“Sana bir haberim var,” diyor annem. Kapının ardından çıkıyorum. Evleneceğini söylüyor. Evlenmenin ne olduğunu biliyorum. Babam yok ama annemle babam da evlenmiş. Bir zamanlar. Babam bizi terk etmeden önce. Babam deyince annem kızar. “Senin baban yok!” der. Öfkeli olur. Sesinin tonu değişir bir anda. Gözleri alevlenir.

“Bir şey söylemeyecek misin?” diye soruyor. Tam o anda dondurmam geliyor. Midem bulanıyor. Yemek istemiyorum. Annem dondurmamı yememi söylüyor, kaşığı elime alıyorum ama yemiyorum. Gözlerimde yaşlar birikmiş. Anneannem gibi ağlayacağım neredeyse. Oysa ben ağlamayı sevmem. Annem hep erkek adamlar ağlamaz der. Ben erkek adam mıyım, değil miyim bilemem. Dokuz yaşında erkek adam olunur mu acaba?

“Tamam,” diyorum sadece. Başka ne diyeceğimi bilemiyorum. Annem bir şey demiyor. Dondurmamı yemiyorum. Annem garsona para veriyor, anneannemin evine dönüyoruz. Annem gidiyor sonra.

***

Annemin düğününe gitmiyorum. Anneannem çatık kaşlarıyla, “Seni hayatta göndermem oğlum, o herife güvenmiyorum,” diyor. O herif, annemin yeni kocası olmalı, ama babam değil. Babam yok da değil, bizi terk etmiş. Annem sadece kızınca öyle der. Babası olmayan çocuk mu olur?

Annem düğünden sonra anneanneme geliyor, yüzü her zamanki gibi hüzünlü. Beni odama gönderip salonun kapısını kapatıyor. Konuşmaya başlıyorlar. Önce fısır fısır, sonra sesli. En son annem bağırıyor annesine:

“OĞLUMA NASIL BAKACAĞIMA ANCAK BEN KARAR VERİRİM! YANIMA ALACAĞIM DEDİYSEM ALIRIM!”

***

Annem beni yanına alıyor. Yanı dediği de yeni kocasının evi. Çok küçük, iki odalı bir ev. Anneannem ben giderken bana sarılıp kokluyor beni. Dedemin fotoğrafına bakıyorum bense. Anneannem yine ağlıyor. Annemin yanı yaşlılık kokmuyor ama annem gibi de kokmuyor. Ben annemin kokusunu pek bilmem, babam bizi terk edince, annem beni doğruca anneanneme bırakmış, bir süre ortadan kaybolmuş. Sonra geri dönmüş, iş bulduğunu, ev tuttuğunu söylemiş. “Berke’yi yanıma alacağım,” demiş ama almamış. Dokuz yaşımda anneannemin evinde olduğuma göre almamıştır sanırım.

Şimdiyse annemin yanındayım ama annemin yanı boş değil. Uzun boylu, bıyıklı, tuhaf bakışlı yeni kocası var. Ondan korkuyorum. Bana sürekli, “Naber lan kerata?” diyor, enseme vuruyor. Yavaş vurduğunu zannediyor ama ensem acıyor. Cevap vermeyince, “Senin bu oğlun bir tuhaf Aysel,” diyor anneme. Tuhaf değilim, senden korkuyorum diyemiyorum. Başımı öne eğiyorum.

Annem de, yeni kocası da çalışıyor. Ben kocaman abi olduğum için evde kalıp onları bekliyorum. Anneanneme bırakmasını söyledim işten dönene kadar, istemedi. “Anneannen çok yaşlı, önce kendine baksın,” dedi. Oysa anneannem bana iyi bakıyordu. Yaşlılık koksa da, enseme vurmuyordu. Başımı okşuyor, “Ah benim talihsiz evladım,” diyordu. Anneannem beni seviyordu. Ama bence anneannem, dedemi özlüyordu.

Bazı akşamlar, annemin yeni kocasının ablası bize geliyor. Ablasının bir de kızı var, benden üç yaş büyük. Adı Gülser. Gülser saçını iki yandan topluyor hep. Elinde bir lastik var, çevirip duruyor. Annemin kocasının ablası beni görünce gözlerini kısıyor, bir tuhaf bakıyor bana. Kocası yokmuş onun, başka bir kadınla yaşıyormuş. Annem söyledi. Büyük abi olduğumdan annem bana her şeyi anlatıyor artık. Kocasına da anlatmak istiyor ama adam, “Boş beleş laflarını dinleyecek değilim Aysel. Sus da televizyon izleyeyim,” diyor, annem de susuyor. Adam yokken benimle konuşuyor ama, çünkü ben onu dinliyorum. Annem konuşurken bana bakmıyor, tırnaklarıyla oynuyor. Sanki kendi kendine konuşuyor. Ben yine de, onu dinliyorum. Annem beni yanına aldığı için mutluyum ama bir yandan da, anneannemi özlüyorum. Ne yapıyor acaba diye düşünüyorum. Dedemin fotoğrafına bakıp ağlıyor mu, kokusu çıksın diye evde limon yakıyor mu diye düşünüyorum.

Bazı akşamlar annemin kocasının ablası ve kızı bizde kalıyor. Gülser benim odamda uyuyor, benim yatağımda yatıyor. Bense yerde yatıyorum. Erkek adam kızlara yer verirmiş, annemin kocası demişti bir defasında. Onlar gecelere kadar oturup televizyon izliyor, içki içiyorlar. Bizim oturmamız da, içmemiz de yasak. Gülser lastiğiyle oynuyor. Arada bir başını çevirip bana bakıyor, “Uyudun mu?” diye soruyor. Gözlerimi kapatıp cevap vermiyorum, uyuyor gibi yapıyorum. O zaman Gülser yataktan çıkıyor, yanıma geliyor. Ben korkuyorum. Gözlerimi çok az açarak bakıyorum, tepemde dikiliyor. Lastiği sol eline geçirip eğiliyor. Elini bacaklarımın arasına koyuyor. Kıkırdıyor. Benim gözlerim doluyor, erkek adam ağlamaz, ağlamak istemiyorum ama Gülser’in elinden utanıyorum. Elinin hareketinden, kıkırdarken sesindeki arsızlıktan korkuyorum. Anneannemin evine dönmek istiyorum o an. Kokuya katlanırım, en azından korkmam. Oraya gelemez Gülser.

***

Onların bizde kaldığı geceler hep aynı rüyayı görüyorum. Anneannemin evindeyiz. Ben yine kapının ardına saklanıyorum. Gülser anneannemin koltuğunda uzanıyor. Annemin kocası kapıdan içeri girip koltuğa yanaşıyor, Gülser’in üzerine eğiliyor. Gülser gözünü açmıyor ama kıkırdıyor. Siyah saçlarını lastikle bağlamış. Ben büzülüyorum lastiği görünce. Annemin kocası, Gülser’in saçlarına dokunuyor. Sonra ağzına, boynuna, gövdesine. Aşağılara inerken adam arsızca gülüyor, Gülser kıkırdıyor. Ben ağlamak istiyorum ama ağlamıyorum. Burada olduğumu bilmemeliler. Annemin kocası, odadan çıkıp kapıyı sertçe kapatınca sıçrayarak uyanıyorum. Kalbim çok hızlı atıyor. Karanlıkta usulca diğer tarafa dönüp bakıyorum, Gülser’i görüyorum. Gözlerini bana dikmiş, lastiği dişlerinin arasında, kıkırdıyor. Anneannemi çok özlüyorum.

MEMELİ HAYVANLARIN KABUĞU ÇOK YALNIZ

*Bu yazı, Ayşegül‘e değil, Zeynep Kaçar’a adanmıştır…

90’lı yıllarda büyüyen çocukların hemen hepsinin çok sevdiği bir dizi var: Çılgın Bediş. Ben de doksanlarda büyüyen biri olarak, dizideki her bir yüzü, her bir karakteri ezbere biliyor; meşhur giriş müziğiyle dans ediyorum elbette. Bu bilgi – kesin bilgi – cepte! 2016 senesinde, bir kitapçıda ismini çok sevip, kapağına vurulup, konusunu okuyunca da ‘tam benlik’ dediğim bir kitapla karşılaşıp satın almıştım. Akşam eve döndüğümde, yemek bile yemeden, başlayıp bir çırpıda okumuştum. Okurken kendi kendime, ‘vay’ – ‘nasıl ya’ gibi tuhaf sesler çıkardığımı hatırlıyorum hala. Sadece kadın karakterlerin sesini duyduğum, yer yer kara mizahla kıkırdamama sebep olan, kimi bölümlerde yüreğime ince bir sızı salan, tüm karakterlerin – en yüzeysel olarak algılanacakların bile – toplumumuzun bir noktasına işaret eden derinliğiyle başımı döndürdüğü çok özel bir romandı bu. Nitekim çok sevmekle ilgili son cümleyi okuyup kapağı kapattığımda, derin bir iç çekme hasıl olmuştu odada. Ben şimdi Füsun’un, Sezin’in, Saliha’nın ve diğerlerinin ağırlığını üzerimden nasıl atacaktım? Senelerdir düşünüp cevap bulamadığım bir soru bu esasında. Neyse, bu ağırlıkla yazarın isminin tanıdık gelmesi fakat niçinse daha önce kitabını okumamış olduğumu düşünmenin vermiş olduğu merak bir araya gelince, açıp bakmıştım. O da ne? E bu tanıdık bir sima. Bu Ayşegül değil mi canım? Tam da kendisi. Şimdi Ayşegül kalkmış da böyle nefis, böyle kalbimin bam teline dokunmuş bir roman mı yazmış yani? Aaa, iyi de Ayşegül zaten bir dolu oyun da yazmış, pek çoğunu sahnelemiş, oynamış, yönetmiş, öğrencilere eğitim vermiş. Vay benim cahil başım!

İşte bana bunları yaşatan roman “Kabuk” idi, yazarı Zeynep Kaçar ise – Çılgın Bediş’in Ayşegül’ü – çok mühim bir tiyatro insanıydı. Daha o günden itibaren aramızda, hem de romanla, derin bir bağ kurulmuş oldu Zeynep hanım bunu bilmese de. Ben o kitabın içine girdim, orada yaşadım sanki senelerce. Şimdi bile, canım ne vakit sıkılsa yine oraya dönüyorum. Geçenlerde, sosyal medyada da bunun için bir münakaşaya dahil oldum, Türk edebiyatında “bana göre” en iyi roman dedim diye. Neymiş – tüm o erkek yazarlar varken – nasıl bu roman en iyi olabilirmiş? Eh, böyle bir toplumda, en iyi diye addettiğimiz şeylere bile başkalarının karar vermek için kendinde hak görmesi normal karşılanmalı. Sene olmuş iki bin yirmi bilmem kaç, ben buna şaşırıyorum hala. Neyse, kim ne derse desin, “Kabuk” benim için bir şahika. Tüm yaralarıma, iç kaynamalarıma, vesveselerime, geçmişe dair duyduğum özlem ve öfkeye merhem süren bir roman; aynı zamanda senebesene okurluğuma kabuk bağlatmış bir karakterler yumağı. Salt bunun için bile çok sevgi Ayşegül.

İkinci romanı “Yalnız”, 2021 yılında, Doğan Kitap tarafından yayımlandıktan sonra, Sevinç Erbulak ile bir Instagram canlı yayını yapmıştı Zeynep hanım. Orada da, okurların ilk roman sonrası çok baskı yaptığını, yeni bir şey yazmasını istediklerini belirtmişti – ben de birçok yorum yazdım yayına, “Kabuk” üzerinden en fazla da fakat işte, ilahi bir şeyler, o yayın bir şey oldu, silindi sonra. Kimse anlamadı, sadece ikinci bölümü kaldı geriye. E olsun, ben zaten fırsat buldukça söylemekte bir beis bulmuyorum sevgili romanımın benim için ehemmiyetini.

“Yalnız” da, ilk roman gibi kadın karakterleriyle beni epey etkilemişti. Feray’ın, toplumdaki pek çok kadın gibi, dönüşüme uğrayan sistem neticesinde hayallerinden sapmasını yürek burgusuyla okumuştum. Bir yandan da, toplumun geçirdiği metamorfoz, pek çok kesimde sorgusuz sualsiz kabullenilen güçlü erkeklik algısı, kadının konumunu belirlemek için birbiriyle tekinsiz bir yarışa giren kurum ve kuruluşlar ince ince aktarılmıştı satır aralarında. Zeynep hanımın, İstiklal Caddesi’nde yaşadığı bir günü çağrıştıran sahnenin üzerimdeki tesiri sandığımdan fazla olmuştu. Hakikaten, iki bin yirmilerde, toplumda yaşanan dönüşüm yadsınamaz, bundan kaçmak da epey zor. Hatta bir söyleşide, “kalabalıktan kaçmanın en iyi yolu yazmak,” diyor Zeynep Kaçar, çok da haklı. Bizler için de okumak tam böyle bir şey fakat tabii, okuduğun metnin sana, topluma, yaşananlara ayna tutması, sağlam bir tokat niteliği taşıyor. Bugün bile haberlerde okuduğumuz cemaat, tarikat gibi yerlerin anlatıldığı roman, ülkemizde kadın ve çocuk olmanın ne denli çetrefil bir şey olduğunu gözler önüne seriyor.

Aradan iki yıl geçer…

Bir gün baktım sosyal medyaya, o da ne, Zeynep Kaçar bir şey paylaşmış. Öykü kitabı çıkıyormuş ekimde. Ah be Ayşegül, nasıl özlemiştim bir şeyler okumayı senden. İsmi “Tanrı ve Memeli Hayvanlar” – ne güzel kapak yapmışlar! Hemen almam lazım. Bakıyorum, sitelerde henüz yok. Kitapçı arkadaşıma soruyorum, geldi mi diye, gelmemiş. “Ölüyorum şu an, okumam lazım” diye yazıyorum. Beni tanıyanlar bilir, sevdiğim yazarların kitabı olunca, okumadan gözüme uyku girmez. İlk benim okumam lazım, bir an evvel satırlarla kavuşmam gerek. Herkes zannediyor ki, oralara yazıyorum, öylece kalıyor. Hayır efendim, ben onunla yatıp onunla kalkıyorum. Nitekim, birkaç günlük arayıştan sonra kitapçılara ulaştığını görünce koşa koşa gidip aldım. Yürüyecek halim yok ya?! İçinde on altı öykü, altı tane de perde arası var – tiyatro yazarı olmanın avantajını, öyküye uygulamak nasıl da harikulade bir fikir. Eve gidip hemen okumalı…Hatta işte de okumaya başlardım ya, o anın büyüsünü beklemek istiyorum…

O GECE…

Nihayet elime aldım kitabı. Hemen sosyal medyaya bir poz gönder, tabii oncaaacık karakterle heyecanımı anlatmam namümkün, olsun, mühim olan ben ve “Tanrı ve Memeli Hayvanlar” – çay da var hem. Daha ne olsun? İlk öykü, “Tanrı” – okuyorum. Okuyorum. Of. Okuyorum ya ben. Zeynep Kaçar’dan yeni bir şeyler okuyorum. Sus da öyküyü okuyalım, metaforlar var, dur bir dakika. Ama bu çok güzel, duramam. Okuyorum şu an ben bunu. Tamam, anladık, okuyorsun. Bak yazar öyküde ne diyor? Ona konsantre ol. Öykü bitti. Yedi kere güneş doğdu. Zihnimde de bir şeyler oldu. Bu kadar yalın bir dil kullanıp bu denli etkili nasıl yazıyor bu kadın? Okurun zihnine, kalbine nasıl da geçiyor sözcükler böyle cevvalce? Her gece bir öykü okuyayım en iyisi. Bitmesin bu karnaval. Aksi takdirde hemen bitecek, ben yine bekleme dönemine gireceğim. Üzücü. Olsun, “Kabuk” var, yine okurum. Sahi ya, onu tekrar okuyayım bence. Her gün de bir öykü okurum. Oldu bu iş!

BEŞ DAKİKA SONRA…

Dayanamıyorum, bir öykü daha okuyacağım. Okudum. Of be. Gözlerim doldu. Hayır, öykü okurken de ağlanmaz. Roman okurken ağlıyorsun, ona alıştık da. Bu ne şimdi? Neyse, bir öykü daha okuyayım. Okudum. Ah be Filiz… Saat üç oldu, yarın iş var, ben nasıl uyuyacağım şimdi? Şuradan da bir perde arası alayım, öyle bari. Bak ne şık, ve bağlacı neredeyse hiç kullanılmamış, şu virgüllerin asilliği.. Uyku. Hoşça kal…

ERTESİ SABAH 08:00…

Herkes uyuyor. Sosyal medyaya baktım, onlar da uyuyor. Başımı çevirip baktım, “Tanrı ve Memeli Hayvanlar” kaldığım yerde bekliyor masa üstünde. Kapaktaki gözler bana bakıyor. Biraz ara vermeli, bitmemeli hemen. Filiz’i gördüm zaten rüyamda. Elimi uzatıyorum. Dursana oğlum. Neyse, bir öykücük daha, bir şey olmaz. Bir öykü daha. Bitti. E şimdi öykü öyle roman gibi okuyup geçilmez diyecekler, o ne olacak? Kim diyecek? El alem. Hah, şimdi bir Zeynep Kaçar karakteri oldum ben de. Ulan, el alem ne der diye istediğimi yapamayacak mıyım? On altı öykü, altı perde arası okudum. Hepsi de zihnimde capcanlı, hepsini düşünüyorum. Minyatür romanda, Zeynep hanımla bile karşılaştım, sorun söyleyeyim. Hayır, söylemeyeceğim. Siz en iyisi bu kitabı okuyun ya. Lütfen, okur musunuz?

bu sabah…

Dün “Kuru Otlar Üstüne” izledim. Etkisi devam ediyor. Başucumda duran kitaba baktım, ah, gözler. Tamam, kalkıp koyu bir kahve. Yazıyorum seni. Yazacağım. Yazmalıyım. İçimde tüm karakterler, otobüs yolculuğunda yan yanayız, sen bir elma yiyorsun, ölüler selam yolluyor bana. İnatçı keçiler Ayşe’yi arıyor,, bense “Tanrı ve Memeli Hayvanlar” kitabını yazıyorum şimdi. Bahtiyarım.

Hamiş:

2016’dan bu yana gönül bağım, okur bağım, artık adı her neyse, onun diyetini ödemek istedim Zeynep Kaçar’a. Bu satırları okuyup buraya geldiyseniz sevgili Ayşegül, “Kabuk” ile başlayan hayatıma dokunma, beni iyileştirme, yaralarıma anka göz yaşları serme gibi eylemler için teşekkür ederim. Ben daimi, sadık ve içten okurunuz Kurbağa Prens. Sevgimle.

DENİZLER ALTINDA FERSAH FERSAH TUTSAKLIK

Tutsaklığın envai çeşit yolu var, sözgelimi insan ruhu, beden denilen kapalı kutu içinde tutsaktır. Kutunun nasıl açılıp da, içindekinin özgür kalmasına olanak sağlayacağı ise büyük bir muamma fakat gözle görülen, dünya üzerinde kurulmuş mevcut sistemle manipüle edilen birtakım tutsaklıklar da var. Zaten tutsak olan bir canlı türünün, bir başka biçimde esaret altına alınarak acının artırılması, insan vahşetinin bir başka göstergesidir.

İskoç yazar J.M Ledgard’ın 2011’de yayımladığı romanı Batır Gitsin Derin Sulara (Submergence), tam da bu konu üzerine geniş yelpazede gözlemlerle bezenerek yazılmış. Bir ajan olan James More, Somali’de, cihatçılar tarafından esaret altına alındığında, dünyevi ile ruhani tutsaklık arasındaki bağlantı ayyuka çıkıyor. James More’un, ünlü filozof ve hukukçu Thomas More’un soyundan geliyor olması da epeyce ironik, çünkü roman boyunca ata More’un ütopyasının imkansızlığını gözler önüne seren bir deneyim yaşıyor James.

Fransa’da bir otelde, birkaç gün romantik bir ilişki yaşadığı matematikçi Danielle Flinders ise, kendini bilinçli bir esarete atarak, denizlerin fersah fersah altına gidiyor. Aynı anda tutsak olan iki baş karakterin – bilinçli yahut bilinçsiz olması fark etmeksizin – paralel bir ruh halinde yaşadıkları, kısa süren aşk hikayelerinin de etkisiyle okuru soluksuz bırakıyor aslında. James’in kurtulması için didinip dururken, bir yandan da okur, ruhunun bedeninden asla kurtulamayacağına dair tuhaf bir duyguya kapılıyor. Burada kullanılan flashback yöntemiyle, okur James ile Danny’nin yaşadığı aşka dair detayları öğrenirken, bir yandan da metne katılan zenginlikle değişik duygu durumlarına zerk ediliyor. Basit bir konusu olan romanların, bu biçimde zenginleştirilmesi, yazarın roman türünün ustalıkla kotardığının göstergesi de aynı zamanda. Hem bir aşk hikayesi, yahut bir tutsaklık macerası; veya da James More’un James Bond’a dönüştüğü sinematografik bir roman okuma gibi pek çok yol sunan bir metin Batır Gitsin Derin Sulara. Bir önceki romanı Giraffe’da olduğu gibi, kişisel araştırma ve fikirlerini kurguya, başarılı bir biçimde yedirmiş Ledgard.

Romanda ilgimi çeken bir diğer nokta da inanç meselesi. Somali’de, James’i esir tutan cihatçı çocukların da bir biçimde esaret altında olması söz konusu. Hayatlarına vuran tek renk, baş kestikleri videolar hariç izlemelerine müsaade edilen Bambi filmi. Kendilerini adadıkları amaca dair bir iç görüleri yok; inanç kisvesi altında yaşamından vazgeçen insanlarla dolu milletlerin iyi bir simgesi. Somali’de düzeni tamamen ortadan kaldıran bir araç olmasının yanında, yapılan kötülüklere de arka çıkması için oluşturulmuş sahte bir düzen gibi bu konu. Buradaki ironiyi çok iyi kullanmış Ledgard. Sözgelimi, 14 yaşında toplu tecavüze uğramış bir kızı taşlarken hiçbir yorumu yok yazarın, tek gösterdiği ritüellerine bağlı insanlar topluluğu. Yorumu okura bırakmış.

Danny’nin çok fazla sesini duymasak da, aslında James ile yaşadıkları üzerinden onu değerlendirme imkanına sahip oluyoruz. Okyanusun derinliği, gizeminin tezahürü gibi bir yandan da o. Ulaşamayacağı bir şey için kendini eve kapatan, yahut hiç evlenmeme yemini ederek kiliseye kapanan İngiliz romanı kadın karakterlerini çağrıştırdı bana. Okyanus metaforu, bir yönüyle de, insanın derinlerinde sakladığı gerçekleri simgelemesi açısında önemli. Danny gibi, hepimizin derinlerinde zengin bir dünyanın olmasının yanında, bir de karanlık bir yanımız var.

2017 senesinde, Alman yönetmen Wim Wenders tarafından filme uyarlandı kitap. Başrollerinde Alicia Vikander ve James McAvoy var. İzleyicilerin filme dair en büyük eleştirisi sonuydu fakat ben kitaba bağlı kaldığı için başarılı buluyorum sonunu.

2015 senesinde Jaguar Kitap‘ın Gökhan Sarı çevirisiyle (bu arada kendisi Yapraklar Evi‘nin de çevirmeni olmasıyla gönlümde taht kurmuş birisi, kitabı bilenleriniz için çevirmesinin ne kadar zor olduğunu hayal etmek çok güç değil) yayımladığı Batır Gitsin Derin Sulara, 2023 senesinde yeni bir kapak ve gözden geçirmeyle okurlarla buluştu. Yeni kapağın nefis olduğunu söylemem gerekir, nitekim Natalia Suvorova’nın yaptığı tüm kapaklar muazzam bence.

J.M Ledgard, insan doğasına dair pek çok şey söyleyen bir yazar, gazeteciliğin de vermiş olduğu gözlem gücünü metinlerine yansıtıyor. Gerçek bir olaydan esinlenerek yazdığı ilk romanı Giraffe de umarım dilimize çevrilir. Son tahlilde, bu romanın bende tesir eden en önemli özelliği, okuma sonrası etkisi. Okurken sıradan bir süreç gibi geçse de, metin bittikten bir süre sonra sert bir aydınlanma yaşatıyor. Okyanusun derinliklerinde bir dolu şey keşfediyor gibi. Keşfedilen ne varsa da uzun bir müddet okurla kalıyor. Bu da Ledgard yazınının nüvesi olarak öne çıkıyor. Henüz okumadıysanız hiç beklemeyin derim ben, Thomas More ‘a selam olsun öte diyarlara diyerek…