GERÇEK ŞU Kİ:NEVİ ŞAHSINA MÜNHASIR

Jane Austen ve Amy Adams ve tabii ki Meryl için…

Daha evvel yazdığım tüm yazıları unutup buraya konsantre olmanızı rica edeceğim. Bu diyeti ödemek için neredeyse bir haftadır kıvranıyorum çünkü tastamam bir haftadır ayaklarım yere basmıyor, hülyalı hülyalı dolanıyorum. Sosyal medyanın toksik etkisinden mütevellit epeydir kenarda tuttuğum, okumayı reddettiğim, kendimce triplere girdiğim bir kitabı, ördekler,newburyport (ducks,newburryport, 2019) okuyordum son bir haftadır: aklınıza gelebilecek her yerde, tuvalette misâl yahut metroya yürürken. Böyle bir roman bu, sel gibi, taşkın gibi, heyelan gibi – okuru alıp götürüyor utanmadan, çok fazlasını talep ediyor fakat bunları yaparken yormuyor, üzmüyor, bazan kalbinizi kırıyor sadece; ufacık. O da hassas ya da duygusal bir okursanız; yahut Anıl sayesinde öğrendiğim üzere ‘naif okur’ – ben öyleyim ve utanmıyorum ki. Bağlanırım hemencecik, başka şeyler düşünemem, mütemadiyen kitapla yatar kalkarım. ördekler,newburyport da bunun ötesine geçtiğimi itiraf etmeliyim, girdaba kapıldım gittim. Hatta yemek yemeyi unuttuğum bile oldu. Abartmadan bir şeyi sevemiyorsun diyen hater‘ıma selam olsun!

Bu kitabı yazacağım fakat nasıl diye uzun bir müddet düşündüm çünkü genelde bir kitap üzerine düşüncelerimi sıralarken hiç tereddüt etmem, akar gider kalemim. ördekler,newburyport için başka bir durum söz konusu: öncesinde okuduğum hiçbir şeye benzemediği için, kelimelerin de nasıl dizileceğini bilemiyorum şu an – deneyeceğim. Gevezeliğim için şimdiden özür dilerim, bunu yapmak zorundayım. Kitaba geçmeden evvel bir ara kızdığım ama bir sosyal medya şaklabanının hatasını (kim olduğunu tahmin etmek epey kolay!) onlara mâl edemeyeceğim idealist yayınevi Yedi Yayınları‘na ve bu deli, kaçık, maceraperest romanı azimle, sabırla, direnerek çeviren Mahir Koçak‘a (her kimse) teşekkür ederek başlamak istiyorum sözlerime.

Bilindiği üzere Amerikan Edebiyatı bölümünden mezun oldum fakat tabii tüm Amerikalı yazarları bilmeme, okumama imkân yok, dolayısıyla daha evvel Lucy Ellmann okumadığımı tahmin edersiniz. ördekler,newburyport çevrileceği haberini paylaştığım zaman heyecanlanmıştım, hem yazarla tanışacaktım hem de okuduğum kadarıyla hiçbir metne benzemeyen özgün bir eserdi. Dahası, hanımefendi (Ellmann) bu kitabıyla 2019 Booker Ödülü’nde, Margaret Atwood, Bernardine Evaristo ve bizim tatlış (!) Elif Shafak’ımızla birlikte kısa listeye kalmıştı; ismini ilkin öyle duymuştum. (Buraya not düşelim: Ellman o sene ödülün Atwood ile Evaristo arasında paylaştırılmasını epey eleştirmiş, Evaristo bu ödülü kazanan ilk siyahi kadın yazardı, paranın da ödülle birlikte paylaşılacak olmasını en hafif tabiriyle aptalca bulmuş.) Lucy Ellman Amerikalı ama İngiliz, nasıl oluyor demeyelim, e Ishıguro da İngiliz değil mi? Şimdi de İskoçya’da yaşıyor. Seviyor ya İngiliz kültürünü, ne diyelim kişisel tercihi. Feminist, ekolojist, çocuk sahibi olma karşıtı bir yazar kendisi. Birçok ünlü kitabı var ama ördekler,newburyport ile sansasyon yaratmış. Küçükken heykeltıraş olmak istermiş fakat sonra vazgeçmiş, yeri gelmişken eklermiş, kadın heykeltıraşlara karşı müthiş bir mizojini varmış, sanat erkeklere daha çok yakışıyor diyormuş çok kişi, kadınlar dahil! ördekler,newburyport romanının fikri ‘aman tanrım biz doğaya ne yaptık!’ fikrinden doğmuş, Türkçesinde ‘gerçek şu ki’ diye aktarılan ‘the fact that’ kalıbını sayfanın ortasına yazmış, sonra bir sayfa boyunca bir dolu şey sıralamış, böylece biçem de kendiliğinden oluşmuş. Eleştiriler arasında pek çok kez zikredilen ‘e bu alışveriş listesi minvalindeki romanın 1000 küsur sayfa olmasına gerek var mıydı?’ fikrine şöyle cevap vermiş Ellman: ‘bir şeyi anlatmanın sınırlı sayfası mı olur? Ayrıca kırılıyorum, romanımın sekiz cümle olduğunu hesap edip durmuşlar ama benim romanım tek bir cümle!’ Gerçek şu ki, mezar taşına “BİR CÜMLE, SEKİZ DEĞİL” yazdıracakmış. Neden olmasın? Lucy Ellman’ın başucu kitapları, Virginia Woolf’un ‘Mrs.Dalloway‘i ile Galli yazar Caradoc Evans’ın ‘My People‘ isimli toplu öyküleriymiş. En büyük hayranlığı Jane Austen’a imiş (hangimizin hayranlığı yok ki Ms.Austen?) ve yazarın sükseli ironisiyle mizahının yanlış yorumlandığını düşünüyor. Ben yazsaydım dediği romansa Moby Dick (‘one hell of a book’ diyor gülerek). Yazara dair son söz onun cümlesi olsun: “Artık erkeklerin, kadınlar tarafından yazılan kitapları okuma zamanı geldi!”

Efendim bin sayfalık romanımız, temel olarak dört çocuklu bir ev hanımının düşüncelerini aktarmasından ibaret fakat bu romana ‘bilinç akışı tekniğiyle tek bir karakterin sesini duyduğumuz bir eser’ demek hem Ellmann’ın dehasına hakaret, hem de romanı küçümsemek olur, zirâ eser aslında bir düşünme eyleminin ışığında ortalama bir insanın hayat hikâyesi. Ne bir alışveriş listesi, ne de rastgele fikirlerin ardı ardına sıralanması – öyle olsaydı okurda böyle bir etki bırakamazdı. Bizim isimsiz kadın karakterimiz – ben ona Jane Meryl Amy Austen ya da kısaca Janey diyeceğim müsaadenizle – turta yaparak ev geçimine katkıda bulunmaya çalışıyor ama içsel olarak epey hezeyan dolu. Kendini utangaç, hiçbir şeyi beceremeyen, yetersiz hissediyor olsa da düşüncelerinin ışığında onun ne denli zeki biri olduğunu anlıyoruz, bunu çok net hissediyoruz da. Janey’in düşünceleri öylesine bağımlı kıldı ki beni, kendimi onun gibi düşünüyor, hareket ediyor filan buldum zaman zaman. Mizah gücü de, gözlemciliği de çok kuvvetli karakterimizin. Yumuşak karnı ise anneciği, Motif#1 isimle andığı, annesinin iki yaşında Newburyport’ta yaşadığı bir hadise. Annesi ördekçiklerin peşinden cup suya düşüyor, neredeyse boğulacakken kurtarılıyor. Janey’in imgelem gücünün kaynağı kendisine annesi tarafından aktarılan bu travmatik olay. Kezâ, Janey’in müthiş bir biçimde hissetiği boğulma, kısılma, hapsolma hissine dair bir metafor. Metinde üç kez zikredilse de, bunun ağırlığını hissediyoruz bin sayfa boyunca (“ördekler,Newburyport”) – Amerikan yaşam tarzının hemen hemen tüm ögelerine dair atıflarla bezeli olsa da, esasında dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan bir bireyin, bilhassa kadınların, yaşantısına da ışık tuttuğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yani kalkıp da Amerika’ya dair şunlar bunlar var, kısaltmalar var, zor okunur gibi yorumlara katılmıyorum, ben aşina olduğum için daha kolay okudum gibi bir tezim yok, her tip okurun keyif alabileceği noktalar var.

Biraz da karakterleri inceleyelim mi? Bol karakter fakat hepsi ilginç, Janey’in fikirlerinde, hislerinde, duygularında yer eden kişiler:

Annecik – Babacık: İsimlerini öğrenemediğimiz anne ve baba, Janey için en fazla şey ifade eden kişiler. Babacığı biraz sert, alkol almayı seven, mesafeli sayılabilecek bir adam. Annesi hastalıklardan muzdarip olduğundan ölümü beklenirken tak diye ölüp gidiyor adam, annesini de Janey’e emanet ediyor, ki bunu demesine gerek yok, bizim kız zaten anneciğine âşık. Bir dolu anne tanımlamasını içinde barındıran, küçük kızın en mutlu olduğu anda mesafesiyle Janey’de travma yaratmış biri. Kızına kitaplar okutmuş fakat en fazla Jane Austen aşkı aşılamış, gerçek şu ki annesi en çok İkna kitabını seviyor.

Leo: İkinci koca. Dal gibi, zayıf, memeleri olmayan karısını çok seviyor. Janey her şeye rağmen Leo’nun onu sevmesine, desteklemesine hayran, gerçek şu ki, kocasına – ikinci – âşık fakat yine de, olur olmadık zamanlarda tırnaklarını kesmesine gıcık oluyor. Stacy’nin malûm olayındaki ağlamasından sonra hiç ayrılmayacaklarına emin (romana dair spoiler vermek istemediğim için olayı söylemeyeceğim fakat ritmin değiştiği bir bölüm, burada yazarın da ne kadar yetenekli olduğunu bir defa daha anlıyoruz) – Leo’nun ortalama bir kocadan daha iyi olduğunu net olarak söyleyebiliriz.

Çocuklar: Dört çocuğu var Janey’in: Stacy (ilk kocası Frank’ten – ne ondan ne de ondan önceki sevgilisi Chuck’tan bahsedeceğim, üzgünüm beyler sizi hafızamdan silmek isterim mümkünse, hele sen Frank) on beş yaşında, ergen, annesiyle en fazla çatışan fakat romanın sonunda okuru ters köşeye yatıran bir çocuk; Ben dokuz yaşında, bilgisayarında porno resimleri olan, annesinin porno dünyasına dair her şeyi kısa zamanda tüketeceğine endişelendiği, deli fişek bir çocuk; Gillian sekiz yaşında, dışarı çıkmaktan korkan, evde vakit geçiren, nispeten ılımlı, kendi hâlinde bir kız; Jake ise en küçükleri, annesi banyoda ağlarken ‘neyin var anneciğim?’ diyecek kadar duygulu. Sanırım Janey’e en yakın bulduğum çocuğu, tabii büyüyünce ne olur bilemem.

Dişi Aslan: Roman boyunca ikinci bir damardan ilerleyen dişi aslan hikâyesi var, bu da bence romanın mühim bir karakteri, yeni doğan yavrularını koruyup kollamak için uzun bir yolculuğa çıkacak kadar gözü pek, aslında Janey’in tam zıt karakteri olarak konuşlandırılmış, kendini ne denli kırılgan hissettiğini iyi bir biçimde vurguluyor. Belki karakterimiz annelik tanımında ‘dişi aslan’ yerine ‘korkak aslan’ yazılı diye düşünüyor olabilir ama aslında her şeye rağmen ne denli güçlü olduğunu adım adım izliyoruz. Kaldı ki anne olmak bile istememiş bir kadın o.

Diğer Karakterler: Janey’in anılarında filan yer eden pek çok karakter de var tabii: Phoebe ve Ethan, Cathy, Moira, Ronny (pislik) – ve tabii evcil hayvanlar, Batsheba, Pepito, Pierre ve Jim.

Benim için romanın en ilgi çekici yanı, Janey’nin okuduğu kitaplar ve izlediği filmler. Özellikle bir film ve iki aktristin bu kitapta anılması beni göklere çıkardı. Orada âşık oldum sanırım bu esere. Dünya üzerinde en sevdiğim aktris Amy Adams – tabii bir de dehasına inandığım Meryl Streep var. İkisi de var bu romanda! Hele Meryl’a öyle hayran ki karakterimiz, tastamam otuz dört defa ondan bahsediyor (sayfalar:32, 121, 160, 201, 203, 205, 234, 248, 387, 491, 515, 523, 562, 575, 576, 767, 774, 892, 893, 934 ve 990) ve çok sevdiğim fimleri Nancy Meyers imzalı It’s Complicated ile Julia Child’ı canlandırdığı Julie&Julia sayfalarda karşımıza çıkıyor(yönetmeni Nora Ephron ki öldüğünde epey üzülmüştüm). İki filmi de pek çok defa izledim, her defasında büyük keyifle hem de; Janey de öyle tatlı tatlı anlatıyor ki, bilhassa It’s Complicated filminden ve Alec ile Steve’den ve hatta Agnes Adler’dan. Boş ol, boş ol boş ol Agnes ama Steve varken sen kimsin?

Meryl’ın dünyanın en iyi oyuncusu olduğunu hangimiz inkâr edebiliriz ki? Nitekim Janey de nasıl her filmde oynayanın aynı kişi olamayacağını açıkladığı bir kısım var, e tabii ki, bir defa gelir dünyaya böylesi. Üstelik yengeç burcu, bundan daha havalı ne olabilir? Bakınız:

Biraz da atıfta bulunulan yazarlara bakalım: Bir kere Jane Austen zaten hemen hemen her yerde, tüm karakterlerine denk gelen birtakım olaylar da oluyor Janey’in hayatında. Laura Ingalls Wilder‘a takıntılı çünkü hayatta hiçbir şeyin, onun romanlarındaki gibi dört dörtlük olmayacağını, çünkü insanın kusurlu olduğunun bilincinde. Sözgelimi, Wilder’ın Küçük Ev romanında hiç kimsenin tuvalete gitmediğini söyler, ne yani çişi gelmiyor mu karakterlerin? Robert Frost‘un meşhur şiiri de karakterimiz için önem arz eder, zirâ hayatı daima çatallı yollardan oluşmuştur, hep karar vermekte zorlanır, şiddete başvuran adama bile sesini yükseltemez. Brontë’leri anmayı da unutmaz ve annesinin okuduğu Susan Sontag‘ı (Doris Lessing ile karıştırıyormuş) ve Rachel Carson (Lucy Ellman’ın yeteri kadar konuşulmadığını düşündüğü bir yazar) ve Anne Tyler, Slyvia Plath, Emily Dickinson, Mark Twain, James Baldwin. Daha da var fakat bu kadar yeterli.

Bir de bol bol film izliyor hâliyle, bazan Stacy’e de izletiyor fakat kız yanaşmıyor. Colin Firth’e aşık olan Stacy, King’s Speech filmini tercih ediyor, oysa Janey’e kalsa Pride and Prejudice‘nin Mr Darcy’sinin yerini ne tutabilir? Şimdi biraz da hizmet olsun diye romanda bahsi geçen filmleri sizin için listeleyeyim (akşam ne izlesem diye düşünen varsa diye):

  1. Some Like It Hot (1959)
  2. Gone With the Wind (1939)
  3. It’s Complicated (2009) – izlemeyen kaldı mı ya? Püüüh.
  4. The Contender (2000)
  5. Julie&Julia (2009) – istirham edeceğim!
  6. Heartburn (1986)
  7. When Harry Met Sally (1981)
  8. Titanic (1997)
  9. Witness (1985)
  10. The Accidental Tourist (1988)
  11. North by Northwest (1959)
  12. Bigger Than Lİfe (1956)
  13. Sleepless in Seattle (1993)
  14. The Apartment (1960)
  15. Groundhog Day (1993)
  16. The Grapes of Wrath (1940)
  17. The Stepford Wives (2004)
  18. Now, Voyager (1942)
  19. Dr.Jivago (1965)
  20. Casablanca (1942)
  21. It’s a Wonderful Life (1947)
  22. Annie Got Your Gun (1950)
  23. King’s Speech (2010)
  24. Speed (1994)
  25. There’s Always Tomorrow (1956)
  26. Fantastic Voyage (1966)
  27. The Odd Couple (1968)
  28. His Girl Friday (1940)
  29. Psycho (1960)
  30. Vertigo (1958)
  31. Erin Brockovich (2000)
  32. Imitation of Life (1959)
  33. You Can’t Take It With You (1983)
  34. Mary Poppins (1964)
  35. Brokeback Mountain (2005)
  36. Double Indemnity (1944)
  37. Sound of Music (1965)
  38. The Addams Family (1991)
  39. Captain Phillips (2013)
  40. 12 Angry Men (1957)
  41. Green Card(1991)
  42. Houseboat (1958)

Evet efendim, nefis filmler var. İzlemek isteyen olursa kullanabilir. Bizim Janey de çok atıfta bulunuyor bu filmlere zaten.

Romanda önemli yer tutan şeylerden biri de Amerika’daki şiddet olayları. Ara ara bahsedilen şiddet eylemleri, insanın kötücül yanına işaret ederken ne zaman başımıza ne geleceğini kestiremeyeceğimizi de gözler önüne seriyor. Aynı zamanda, kadınlara yönelik şiddetin de müthiş kıvrak bir dille eleştirildiğini söylemem gerekiyor fakat eminim, bu romanın kadın okurlar üzerindeki etkisi daha farklıdır. Ataerkil, habis ve şiddete meyyâl bir dünyada kadın olmak epey zor, bunun klastrofobisini metin boyunca okur hissediyor.

Aynı zamanda siyasi eleştiri de had safhada. 160 defa bahsedilen Trump’la birlikte Hillary Clinton da eleştiriliyor, bu da esasında şu demek, politikacının iyisi filan yok, hepsi aynı. Amaçları insanların acılarından pay çıkarmak, kadınları ve çocukları kullanmak, tüm acıları, hüzünleri siyasete alet etmek filan. Tavuklar bile daha iyi Janey için, nitekim tavuklardan epey bahsediyor romanda. Artı, ebeveyn olmaya dair tespitler çok doğru, anne-babalığın kutsallığını yıkan bir tarafı da var aslında romanın. Böyle bir roman yazmanın da başkaldırı olduğunu söylemek mümkün, sadece roman sanatına değil, tüm basmakalıp fikirlere. Bu açıdan eşi benzeri olmayan bir eser.

Didik didik edilebilecek, her satırından müthiş çalışmalar yapılabilecek, makaleler yazılabilecek bir roman ördekler,newburyport fakat tadında bırakmakta fayda var, günümüz dünyasında zamanın bu kadar meta olması üzerine, kim uğraşacak değil mi bunlarla? Rezonans Kanunu (italik yazmayacağım kusura bakmayın!) okuyup auramızı temizlemek varken? Söyle bakalım Stacy, o tırnaklar ne işine yaradı? Onun yerine nefs-i müdaafa kitabı nasıl da her şeyi değiştirdi, değil mi şekerim? Bir haftada bitirmeyi elbette istemezdim, uzun bir vakte yayılmasını isteyebileceğiniz bir deneyim bu romanı okumak. Janey’nin öyle hoş bir mizah anlayışı var ki, bazı cümlelerine birkaç gün güldüğüm oldu (“Brontëler’in hiç taze portakal suyu değmiş midir ağızlarına”) – bu minvalde kendi kendime espriler bile yaptığım oldu (“Roma yanarken lir çalma be”) vesaire. Bu romanın okunması lazım ama okunsun diye değil, keyif almak için. Benim gibi okurlarsa ‘zevkten dört köşe’ olur okurken, eminim. Benim için Yapraklar Evi‘nin yanına, bu zamana değin okuduğum en iyi romanlar arasına dalış yaptı. Belki size de güzel anlar yaşatır ne dersiniz?

Not: Çevirmenin notu çok yerinde, ‘gerçek şu ki’ kalıbını eğreti bulmadım, bilakis metne çok yakışmış. Dahası, karakterin gerçeği arayıp bulamamasına gayet uygun.

Not: Blythe Danner’dan bahsetmedim, çok sevdiğim bir oyuncu. Onun da bu romanda adı anılmış, ne tatlı. Ayrıca bu isimde bir aktris olmak çok havalı, düşünsenize bılayth denır – oh yeah!

Romandan sonra ben:

gerçek şu ki, lucy, seni tanımıyordum ama tanıştığımıza memnun oldum, gerçek şu ki, bu kadar da beğeneceğimi bilmiyordum, daha çok da beğendim, pek çok, Amy Adams’dan kim bahseder romanında diye düşündüm, bu bir işaret dedim okurken, sonra Meryl filan da, gerçek şu ki, bu benim için büyük bir keyif lucy, sen anlamazsın, baban da yazarmış, hem de Joyce uzmanı, ben Joyce sevmem ki, Ulysses’i yarıda bıraktım, Tutunamayanlar’ı da, ne fark eder ki, baban severek çalışmadı belki, gerçek şu ki sayende öğrendim, Jane Austen’ın otuzdan fazla yeğeni varmış, belki de bundan evlenmedi kadın, yazık oldu, Becoming Jane, hepimiz bir gün olacağız Austen, gerçek şu ki, mesela, Jane Fonda’nın annesi intihar etmiş, Holly Hunter ve Frances McDormand ev arkadaşı olmuş bir süre, kadın kadına, iyi bir fikir ama makyaj sırası gelir mi ki, ya da çekimdedir biri belki, öbürü de evde, o rol neden bana gelmedi diye üzülür, ki muhtemelen Holly, gerçek şu ki, oyuncuları takip etmeyi çok seviyorum fakat en çok Meryl, dame Streep ya, her rolde muhteşem olmak zorunda mısın, Doubt gibi, nereden geliyor bu yetenek, Mary Louise Parker, tamam, gerçek şu ki, ellmann alışılageldik bir soy isim değil fakat lucy ellmann demek çok eğlenceli, gerçi kendisi pek sevmiyor herhalde, hissiyat diyelim, gerçek şu ki, Booker alsa daha mutlu olurdum, o vakit Atwood’a sevindimdi ama tabii tanımıyordum seni, lucy, şanssızlık işte, gerçek şu ki tanımamam daha iyi, kimi desteklesem kaybediyor, sen tanımazken de kaybetmişsin, boş ver, ördekler var, tavuklar da, gerçek şu ki kitabı çok sevdim, hep de seveceğim, yine okuyacağım ve ismini anacağım canım benim, seni özleyeceğim, gerçek şu ki hep birilerini özlerim, kitapları, filmleri, Amy’i ve kendimi, şimdi gidiyorum ördekler,newburyport – hoşça kal.

SERMO SUPER SEPULCHRUM

Her sene açılan Nobel ödülleri bahisleriyle birlikte, okurlar olarak biz de yorum üstüne yorum yapar, tarafgirliğimizi temellendirmeye çalışırız. Bu da büyük bir keyif bence. Son birkaç senedir, benim bahsim de, arzum da daima Rus yazar Lyudmilla Petruşevskaya üstüne oluyor. Beni bu denli etkileyen bir yazarın ödül almasını istemek epeyce mantıklı diye düşünerek boy gösteriyorum orada burada. Bu listelerde ekseriyetle geçen bir yazar daha var: László Krasznahorkai. Yıllar evvel, bir kampanya sonucu edindiğim Seibo Orada, Aşağıdaydı romanı rafta bekleyen, ismini duyduğumda Hintli mi acaba diye içimden geçmesine rağmen açıp bakmadığım, niçinse es geçtiğim bir yazardı. Fakat uzun bir süre alan çevirisi geçtiğimiz günlerde yayımlanan Direnişin Melankolisi (The Melancholy of Resistance) derhal ilgimi çekince, yazar da radarıma girdi. Esasında bu tarz deneyimler, okurlar için bulunmaz bir şey; hakkında hiçbir şey bilmediğin yahut öğrenmeye zahmet etmediğin bir yazarın, seni dumur etmesi… Her kitabın bir zamanı olduğu gibi, sanıyorum her yazarın da bir zamanı var(mış).

Macar yazar László Krasznahorkai, 54 senesinde, Macaristan’ın uzak bir köyü olan Gyula’da doğmuş. Aslında durumu iyi olan bir ailenin çocuğu olmasına rağmen, kendinden daha alt sınıfta yaşayan insanların arasında olmak için evden ayrılmış. Çeşitli işlerde çalışarak gözlem yeteneğini kullanmış. Madende çalışmış mesela. Kültür merkezinde çalışmış. En sevdiği işi olarak addettiği, bir mandıra çiftliğinde gece bekçiliği yapmış sonra. İlk romanı Satantango‘yu da, bu gece vardiyalarından birinde, zihninde oluşturmuş. Yazarın aktarımına göre, trenlerde çok vakit geçirdiği için bir masada oturup yazamıyormuş. Dolayısıyla, metinleri ezberleme gücünü de kullanarak zihninde oluşturmuş romanı. Aslında yazar olmak da istemiyormuş fakat dediğine göre, karakterler kapıda nöbet tutuyor, hikayelerini anlatmak için içeri girmeyi bekliyormuş – ki Krasznahorkai’ye göre her karakterin esasında sadece bir cümlesi varmış. Böylece daha fazla dayanamayarak yazmaya başlamış. Metnin basılmasına ise bir diğer ünlü Macar yazar Péter Esterházy vesile olmuş. Söyleşisinde, Gyula’dan da bahsediyor Krasznahorkai. Her ne kadar oradaki insanları yazmadığını söylese de, gerek Şeytan Tangosu‘na, gerekse Direnişin Melankolisi‘ne kaynak oluşturan hikayeler, doğup büyüdüğü kasabadan geliyor. O dönemde, Macaristan’da üniversite okuyanlar, bir sene zorunlu askerlik yapmak zorundalarmış, şayet üniversiteden mezun olamazlarsa, bir sene daha ekleniyormuş askerliğe. Bu durumdan kurtulmak isteyen Krasznahorkai, bir arkadaşının tavsiyesiyle, birkaç ay başka ülkelerde yaşmaya başlamış. Böylelikle Almanya başta olmak üzere (Almanya’da çok seviliyormuş bu arada yazar. Akıcı bir Almancası varmış ve Nobel’de adının geçmesinin en mühim sebebi buymuş) pek çok ülke gezmiş: Japonya, Yunanistan, Çin, Moğolistan ve ABD. Hatta Amerika’da, ünlü şair Allen Ginsberg’in evinde kalmış. Ondan çok hoşnut bir biçimde bahsediyor Krasznahorkai. Yazarın hayranları arasında Susan Sontag ve W.G Sebald varken, yazarın hayran olduğu yazarlar ise Kafka, Bernhard, Dostoyevski ve Tolstoy.

Türkçede son kitapla birlikte çevrilen eser sayısı dörde yükseldi. Benim okuduğum ilk kitabı oldu Direnişin Melankolisi fakat hakikaten şaheser diyebileceğim türden bir deneyimdi. Bu yolculuğu, içeriği çok da ele vermeden aktarmaya çalışacağım ama şunu söylemekte fayda var: öyle herkesin aynı şeyleri düşünebileceği bir metin değil zaten. Üzerine envai çeşit okuma yapılabilir, değerlendirilebilir ve hatta, tez bile yazılabilir bu metnin. Epeyce zengin, baştan çıkarıcı ve büyülü.

Leyla Önal çevirisiyle raflarda yerini alan roman, Macaristan’ın küçük bir kasabasında geçiyor temelde. Bu kasabaya ziyarete gelecek olan bir sirk olayları başlatıyor. Romanın girişinde bizi Mrs. Pflaum (orijinal metinde Mrs. Plauf diye geçiyor) karşılıyor. Geç bir saatte evine dönmeye çalışıyor. Tren gecikmiş. Roman boyu bizi bekleyen metaforlardan biri bana göre çünkü bir kere trene bindiniz mi, inmenize imkan bulamıyorsunuz. Krasznahorkai’nin biçemi çok özgün. Evet, bir yönüyle paragraf sevmeyen, bir sayfalık cümleleri tercih eden, okuru allak bullak eden Bernhard’ı anımsatsa da, Krasznahorkai daha tuhaf (iyi anlamda) ve bence daha cesur. Romanın bir tren yolculuğu olduğunu, akışkanlığının vagonların, koridorların içinde kaldığını, dış/düş dünyadan tamamen kopulduğunu son sayfayı çevirince çok daha iyi anladım.

Bakış açılarını göreceğimiz dört ana karakter var romanda: Mrs Pflaum, Mrs Eszter, Mr.Eszter ve Valuska. Yazar epeyce derin, farklı karakterler oluşturmuş; sanki bir karenin dört ayrı köşesi gibi. Şehre gelecek olan sirkin esas amacı, dünyanın en büyük balinasını göstermek: işte size yeni bir metafor! İster Leviathan‘ı anımsayın, ister Moby Dick‘i fakat buradaki balina, bir atom bombası gibi düşüyor bu küçük taşra kasabasına. Göreceğiniz en kötücül karakterlerden biri olan Eszter hanım, kasabada gücü ele geçirmek için bu durumu kullanıyor. Bir yandan emniyet müdürüyle yatıp kalkarken, bir yandan da halkı sirkin önemli ismi “Prens” aleyhinde kışkırtıyor. Sözde bu Prens kasabayı yerle bir edecek. Aslında amacına da ulaşıyor çünkü ayaklanmalar başlıyor. Bilirsiniz, insanları kışkırtmak kolaydır, kasaba halkı da pek güzel ayaklanıyor doğrusu. Ortaya çıkansa kaos, güvensiz bir ortam, düzenin sarsılması.

Romanın büyük bir kısmını Eszter bey ve Valuska’nın bakış açısından izliyoruz. Bu bölümler hakikaten nefis. Kasabanın delisi olarak düşünülen tatlı Valuska, gökyüzüne ve aya aşık. Genelde orayla ilgilenip yeryüzünü es geçiyor. Bu durumdan istifade eden Eszter hanımsa onu kullanmaya çalışıyor, kötü bir evlat olduğunu her fırsatta dile getiriyor. (Valuska, Pflaum hanımın oğlu fakat annesi onu evden uzaklaştırmış). Valuska’nın mentoru ise, Eszter hanımın dünyadan elini eteğini çekmiş, münzevi kocası György Eszter. Romanda en sevdiğim bölümler Eszter beye ait. Sırtını felsefe, metafizik ve sosyolojiye dayayan fikirleri, insanlığa dair pek çok şey söylemekle kalmıyor, aynı zamanda okuru düşünmeye de itiyor. Bilhassa 215-255.sayfalar arası, bu metafizik doruk noktasına ulaşıyor. Okurun sınırlarını epey zorluyor.

Romanın en önemli temalarından biri toplumdaki deliliğin nasıl işlediği. Her ne kadar kasabada adı deliye çıkarılan Valuska olsa da, gelişen olaylar çerçevesinde esas deliliğin ne olduğunu sorguluyoruz. Bu da zihnin işleyişine yönelik birtakım düşünsel jimnastiğe zorluyor bizleri. Foucault gibi deliliğin tarihini araştırmış, üstüne düşünmüş yazarları da anmadan geçmiyoruz bazı sayfaları.

Krasznahorkai’nin en sevdiği atmosferin, apokaliptik bakış açısı olduğu yazıyor birçok makalede. Nitekim bu romanda da, cehennemi dünyada yaşamak şeklinde tabir edilen atmosfer çok iyi bir biçimde yaratılmış, kotarılmış. Prens’e karşı ayaklanan halk, ortalığı birbirine katarken, bir yandan da düzenin imkansızlığını vurgulayan bir tutum sergiliyor.

Romanın sonunda bazı şeyler ucu açık bırakılsa da, nefis bir biçimde final yapıyor yazar. Karakterler anlamında da, biçim olarak da. Kitabın İngilizce çevirmeni George Szirtes, yazarın anlatımını şöyle tanımlamış: A SLOW LAVA FLOW OF NARRATIVE – yavaş akan bir lav misali. Ben de tren yolculuğuna benzettim, bilhassa bu roman için. Hemen hemen aynı kapıya çıkıyor. Zaten Krasznahorkai yazınının en fazla işaret edilen tarafı, kullandığı biçem, apokaliptik atmosferi, felsefi altyapısı ve upuzun cümleleri. Öyle ki, neredeyse hiç paragraf başı kullanmıyor metinlerinde fakat bu durum kendini akışa kaptıran okur için hiç de bir handikap değil. Akıp giden lavanın üzerinde gibi okuyor, okuyor…

Yazarın yakın arkadaşı olan Béla Tarr, bu kitaba dayanarak, Werckmeister Harmonies isminde bir film çekmiş. Filmin de kitap kadar iyi olduğu söyleniyor, ki bazı kimseler, kitaptan habersiz filmi izleyip sevmiş. Elbette bu kitap çok daha farklı bir deneyim sunuyor. Okuması çok kolay olmasa da, bir kez yazarın ‘zihinsel yazım sürecine’ ortak olunca, devam etmeden duramayacağınız bir metne dönüşüyor. Hatta yer yer takıntı haline geliyor, yapboz parçalarını birleştirmek için uğraşıyor da uğraşıyorsunuz.

Çok fazla detaya girmeden anlatmak istedim ama her bir karakterin enfes sahneleri var. Üzerine düşünecek pek çok bölüm, zihni zorlayacak tasvirler, karanlık ve atmosferik imgelem, politik sistemin dişli parçaları…liste uzar gider. Bu romanı okuduktan sonra yazarın her sene Nobel için adının geçmesini daha iyi anladım. Özgünlüğü, kendine has imgeleri, akışkanlığı, apokaliptik bir dünya kurması, okurun zihnini daima zinde tutması gibi birçok yönüyle öne çıkan bir yazar.

Eh, şimdi gidip filmi izlemeliyim. Dün gece rüyama Valuska gelmişti, bu gece de dilerim Eszter bey gelir çünkü ona düşünceleriyle ilgili birkaç bir şey sormak istiyorum. Bach’la ilgili görüşüne tamamen katıldığımı, müzikte kusursuzluğun pek de mümkün olmadığını fakat bunun, icraati gerçekleştiren kişiyi daha az yetenekli kılmadığını, insanlığın umutsuzluğunun acısını kendinden çıkarmaması gerektiğini, bu kadar münzevi yaşamın da bu dünyaya bir katkısı olmadığını aktarmam lazım kendisine. Dışarıda önderlik yapacağı Valuska’lar var, öyle pireye kızıp yorgan yakmak yok Bay Eszter! Karınızı da ya hapse tıktırın, yahut başka bir diyara gönderin lütfen.

Buraya kadar okuyanlara: yazımın başlığı, romanın kapanışının ismi. Ölümü unutarak da yaşanır fakat dünya bir cehennemdir. Valuska göğe bakar, Eszter hanım yere bakar. Siz nereye bakarsınız? Bilmiyorum ama ne yapıp edin, bu romanı okuyun. Zorlasa da, anlamsız gelse de, yer yer bırakma isteği uyandırsa da okuyun bir biçimde. Yazarı Nobel aldığında (Marias ya da Kundera’ya benzemez umarım sonu) bir kez daha konuşuruz bu konuyu. Direnmenin melankolisi hep sizinle olsun!